OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Bize yeni yıl yazısı haram

Size şöyle sıcacık, cıvıl cıvıl, sevgi dolu, yeni gelen yıl için umut dileyen bir yeni yıl yazısı yazmak isterdim. Ama burası Türkiye, iyimser olmanın manası yok, bu ülke Polyanna’yı bile iki ayda felaket tellalı yapar. Ayrıca, ihtiyatsızlığa, aşırı özgüvene yol açma ihtimali yüzünden, iyimserliğin bedeli de yüksek olabilir. Dolayısıyla, bu yazı da birçok yazı gibi memleketin kötü gidişinden bahseden bir yazı olacak, üzgünüm. 

Bu kötü gidişin en önemli kaynağı, tabii ki, adına ‘Kürt meselesi’ denen ve ben diyeyim on yıllara, siz deyin yüzyıllara dayanan sorunun bir türlü çözülememesi ve birçok yorumcuya göre ‘köprülerin atılma noktası’na gelinmiş olmasıdır. Gene birçok anaakım yorumcu, bunun için HDP’yi suçlama eğiliminde. Parmak sallayıp, ‘cık cık’ ünlemleriyle, “Bu da olmaz ki, şu da yapılmaz ki” diyorlar. Böyle karmaşık ve zor bir sorun ve süreçte, hiç hatası olmayan bir aktör olması, işin tabiatı gereği zor. Hele bir de hataların, yapıldığı anda değil de belli bir zaman sonra, yeni gelişmelerin ardından hata olduğunun anlaşıldığını göz önüne alırsak... Dolayısıyla, HDP’li aktörlerin de kimi eylem ve söylemlerinin, zamansız, gereksiz, fazla düşünülmeden yapılmış, dolayısıyla yanlış olduğu ileri sürülebilir, tartışılabilir. Fakat resmin bütününe baktığımızda işlerin bu noktaya gelmesinin esas sorumlusunun devlet ve onun hükümetleri olduğunu görmemek için ya akıldan, ya insaftan yoksun olmak lazım. Bu cümleyi ister bütün Cumhuriyet tarihi, isterse son üç-dört sene için söylenmiş farz edin, iki durumda da doğru olur.

Öncesini şimdilik koyalım bir kenara, son iki buçuk üç yıldır içinden geçtiğimiz ‘çözüm süreci’nde (evet, maalesef artık bu ibareyi tırnak içinde kullanmak lazım) devlet elimizdeki sorunun özüne dair neyi tartıştı, tartıştırdı, tartışmasına zemin hazırladı? Geri dönüp baktığımızda bu süreç içinde esasa dair hangi ciddi tartışma aklınızda kaldı Allah aşkına? “Bu yıllar boyunca ne konuşuldu?” desem, kaçımız dişe dokunur bir şeyler söyleyebilir? Son nokta olarak gelinen Dolmabahçe mutabakatı bile evrensel ve malum birkaç doğrunun ifadesinden ibaretti, Erdoğan onu dahi tanımadı. AKP hükümetleri, örneğin, meselenin özüne dair bir olanak açabilecek Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik şartını bile gündeme almadı. Türkiye’nin bu şartnameye koyduğu çekinceler kalkabilir mi, ne ölçüde kalkabilir, bu gibi konuları hiç konuşamadık. Bu gibi konuları tartışmaz da meseleyi sadece bir ‘silahları gömme’ meselesi olarak görür ve göstermeye çalışırsanız, işlerin bu noktaya gelmesine de şaşmamak lazım. Zira, bu sorunun tarihi açıkça göstermiştir ki, yaşanan her gecikme atılması gereken adımı, devletin yapması gereken reformları büyüttü, meseleyi daha komplike hale getirdi. Devletin inadı, ‘tek tek’çiliği işi buraya kadar getirdi.

‘Stratejik derinliğe’ sahip olanlar, Türkiye’nin ciddi bir siyasi ve idari reform geçirmeden, bu haliyle çok uzun süre devam edemeyeceğini görmüyorlar mı? Hadi geçtim stratejik derinliği, esnemeyen şeyin kırılacağına dair beylik lafı da mı duymamışlar? Bütün bunlara engel olmak adına kaç kişinin hayatını, bilançonun ‘giderler’ kısmına yazmakta bir sakınca görmüyorlar?

Son randevu olayı da hükümetin Kürt meselesinde ‘mış gibi yapma’ hallerine başka bir örnek teşkil etti. Davutoğlu’nun son olayları ve anayasa yapımını konuşmak üzere, parti liderlerinden randevu talep ettiğini duyunca, buna HDP de dahil mi diye özellikle baktım. HDP’den de randevu istendiğini öğrenince, açıkçası hem şaşırdım, hem de sevindim, çünkü bu, iktidarın akılcı perspektif ve gayreti hepten kaybetmediğinin bir işareti olabilirdi. Ama sevinmekte acele etmişim, Osmanlı’da oyunun bitmeyeceğini bir an için unutmuşum; meğer randevuyu iptal etmek için istemişler, görüşmek gibi bir niyetleri yokmuş. Randevu talepleri HDP tarafından kabul edildikten dört-beş gün sonra AKP yetkilileri randevuyu, HDP sözcülerinin “nezaketsiz, üslupsuz” açıklamalarını gerekçe göstererek iptal ettiler. İyi de, HDP sözcülerinin AKP’ye ve onun yöneticilerine bakışı ve hitabı çok sıcaktı da son bir haftada mı bozuldular? Aylardır, yıllardır neyi nasıl söylüyorlardıysa yine öyle söylüyorlar.

Temsili demokratik rejim olduğunu iddia eden bir rejimde yöneticilerin, halkın bir kısmının temsilcilerini o veya bu nedenle kategorik olarak dışlama gibi bir hakkı ve lüksü yoktur. Velev ki o temsilciler kendilerine karşı çok sert olsunlar. İş retoriğe gelince, Şeyh Edebali’nin, yöneticilerin kendilerine karşı öfkeli ve fevri olanlara karşı bile yüce gönüllü, kucaklayıcı olması gerektiğini söyleyen sözlerine atıf yapmak kolay. Asıl maharet, bunu pratiğe dökebilmekte. Velhasıl, randevu talebinin iptali için ileri sürülen gerekçenin kofluğu, randevu talebinin kendisinin günlük, sığ bir siyasi manevra olduğu izlenimini veriyor ve iktidarın Kürt meselesine yaklaşımına da ışık tutan bir gösterge aslında: Sorunun derinliğini, ciddiyetini kavramadan görüntüyü kurtarma gayreti. Şöyle ki, hiç randevu talep etmeseler, diyalogdan kaçan taraf gibi görüneceklerini ve bunun eleştirileceğini biliyorlardı ama tabanları ve siyaset stratejileri açısından HDP’yle görüşmenin de götürüsü olduğunu düşünüyorlardı. Bu ikilemin içinden çıkmak için baştan randevu istediler ama sonra sudan sebeplerle iptal ederek, diyalogsuzluğun sorumluluğunu HDP’ye atıyorlar, daha doğrusu attıklarını zannediyorlar. Günahları boynuna, HDP’den randevu isterken de “İnşallah kabul etmezler” diye düşünmüşlerdir muhtemelen. Tabii, ne de olsa Kürt sorununu MHP’yle konuşarak çözmek çok iyi fikir!