OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Devlet mi devletimiz mi?

Siyaset teorisi ve siyaset sosyolojisi literatüründe devlet denen mefhumu açıklamaya çalışan farklı yaklaşımlar vardır. Fakat önce, kendisi soyut bir kavram olan devlet derken ne kastedildiğini belirtelim. Evet, bir bakıma devlet soyuttur, gözünüzle görebileceğiniz, elinizle tutabileceğiniz tek bir ‘şey’ değildir; ama devlet birtakım adamların şahsında somutlaşır. Bunlar, kabineden tutun da tapu kadastro müdürlüğüne kadar, en nobran ve şeditleri asker ve polis olmak üzere, geniş bir yelpazeyi kapsar. Dolayısıyla, devlet dediğimiz zaman, somut olarak, seçilmişler ve atanmışlardan oluşan bu insanları kastederiz. Tabii, devletin bir de ideolojik, söylemsel, sembolik boyutları vardır. Devleti onlar vasıtasıyla da görürüz: milliyetçilik, bayrak, marş vs. ama oralara bu yazıda girmeyelim.

Ayrıntıları daha karmaşık olmakla birlikte, yukarıda zikredilen yaklaşımlar, devlet-toplum ilişkisini yorumlayışları açısından kabaca ikiye ayrılabilirler. Birinci gruba göre devlet, ‘aşağıda’ yani toplum katında olup bitenlerin, oralardaki sosyal ve ekonomik ilişkilerin bir yansımasıdır. Örneğin, Marksizm ve liberalizm taban tabana zıt diyebileceğimiz iki dünya görüşü olmalarına rağmen, bu genel tespitte birleşirler. Yani, ikisi de devletin toplumsal ilişkilerin bir yansıması olduğunu söyler ama bunun ötesinde yine ayrılırlar. Şöyle ki, Marksizm devleti, en azından ‘normal’ zamanlarda, toplumda hâkim sınıfın bir uzantısı olarak tanımlarken, liberalizm, mutat bilinçli naifliğiyle, devleti toplumsal çıkar gruplarının arasında mücadelenin bir yansıması olarak görür. Görüldüğü gibi, bu yaklaşımlarda devlet ‘bağlı değişken’dir. İkinci grup yaklaşım ise, bunun tersine, devlet denen organizasyona toplumsal ilişkilerden belli bir bağımsızlık atfeder. Başka bir deyişle, devlet, toplumsal sınıf veya çıkar gruplarıyla süreli ittifaklar yapmakla birlikte hiçbirine doğrudan ve daima bağlı değildir, kendisi başlı başına bir aktördür. Altını çizelim ki bu, devletin aşağıdan gelen toplumsal etkilere kapalı olduğu veya bütün toplumsal kesimlere eşit mesafede olduğu anlamına zinhar gelmez; önce kendisi için kendi tanımladığı çıkarları kovaladığı anlamına gelir.

Hangi yaklaşım daha doğru diye, tek bir tercih yapmaktansa, her bir coğrafyanın içinden geçip geldiği tarihsel şartları göz önüne alarak münhasır tespitler yapmak daha doğrudur zannımca. Örneğin, tarihsel olarak adına kabaca ‘feodalizm’ denen, parçalı egemenliğe dayalı Avrupa tecrübesiyle (bu konuda Avrupa içi heterojenliğin sizin gibi ben de farkındayım sayın Cumhurbaşkanım, cahillikten değil yerim dar), zamanın iletişim ve ulaşım olanaklarının elverdiği kadarıyla merkezî devlet geleneğinin ve egemenliğinin, bütün iniş çıkışlarına rağmen görece kuvvetli olduğu bu toprakları aynı önermelerle açıklamak mümkün olmayabilir. Dolayısıyla, söz konusu olan bu topraklarsa, devlete toplumdan ayrı, belli bir otonomi tanıyan, onu kendi başına bir çıkar grubu olarak tanımlayan yaklaşımın daha açıklayıcı olduğunu düşünüyorum. Burada devlet, söylemi ne olursa olsun, kimse adına yönetmeye alışmamıştır, aslında böyle bir hedefi de yoktur, kendine çalışır. Ortada birtakım soyut millet lafları dolaşır ama son kertede aslolan devlettir. Kemalist düşüncede bu böyle olduğu gibi, bugün iktidarda olduğu görülen Türk-İslam sentezinde de böyledir. Bu sentezin önemli isimlerinden Nurettin Topçu’dan tadımlık bir cümle vermekle yetinelim: “Nerede kanun kullanılırken polis kral kadar kuvvetli ise, orada büyük ve yıkılmaz devlet vardır.”

İçinizden bazıları, “İyi de hoca, derste miyiz, neden bunlarla kafamızı ütüledin?” diyebilir. Geçen hafta boyunca, televizyon kanallarından, komiklerden, bir kısım üniversite çalışanından gelen “Devletimizin yanındayız” açıklamalarına değinecektim ama serde ‘cahil akademisyenlik’ olduğu için, onun getirdiği mesleki deformasyonla kısa bir düşünsel arkaplan vereyim dedim. Velhasıl, soru şu: Devletten ne ölçüde ve hangi koşullarda ‘bizim’ diye bahsedebiliriz? Cevap: Eşitlik, özgürlük ve adalet gibi soyut siyasi ilkeler somut uygulamalarla hayata geçirilmediği, sonuncusuna bağlı olarak sonuçları itibariyle öngörülebilir normatif bir hukuk düzeni asgari düzeyde tesis edilemediği müddetçe, ‘devletimiz’ diye bir şey yoktur. Kime ne zaman bulaşacağı belli olmayan bir zorbalar topluluğu vardır. Bugün ona yarın sana…Tam bu minvalde, son akademisyenler bildirisinde olduğu gibi, devleti hukuk içinde davranmaya çağıran metinlere getirilen ‘tek taraflılık’, ‘terör örgütüne bir şey dememe’ eleştirilerine değinmek istiyorum. Bu gibi metinlerin imzacıları, küsmüş iki tarafı barıştırmaya çalışan üçüncü bir taraf veya İsviçreli arabulucular değiller ki bir çeşit denge tutturmak zorunda olsunlar... Kendilerini yöneten devleti ve onun yönetiminde içinde yaşadıkları toplumu daha özgür ve demokratik kılmaya çalışanlar olarak, bizatihi işin içindeler, taraflar. Dolayısıyla, demokrasiyi, hukuk düzenini geliştirmesi beklenecek organizasyona yani devlete bir çağrıda bulunuyorlar. Bunlar devlet dışı bütün aktörleri aklamaz, masum veya hatasız kılmaz ama ülkenin demokratikleştirilmesi ve hukukun işler hale getirilmesini de, terör örgütü dediğiniz PKK’dan talep etmek biraz absürt olur herhalde.

Demokrasinin gelişmesi için yönetilenin yönetene karşı bir refleks geliştirmesi gerekir. Demokratik refleks, devlete karşı mesafeli ve şüpheli olmayı gerektirir. Bu da ne AKP ile, ne de Türkiye’yle sınırlı bir laftır, evrenseldir. Yukarıda belirttiğimiz koşullar sağlanmadıkça, ne kadar isteseniz de ‘devletinizin yanında’ olamazsınız, çünkü o daima sizin tepenizdedir. Bu topraklarda devlet kendine Müslüman’dır diyeyim de, kinayeli bir bitiriş olsun.