YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Dokuz yılın ardından

Gazetemizin kurucusu Hrant Dink’in aramızdan alınışının üzerinden tam dokuz yıl geçti. Böyle yıldönümleri insanları, bizi, her sene farklı bir ruh halinde yakalayabiliyor. Kimi zaman, daha doğrusu çoğu zaman kızgınlık, öfke, kimi zaman tüm gücümüzle soruşturmanın nasıl gittiğine ya da gitmediğine dair müthiş bir odaklanma, kimi zaman bu cinayetin Ermenilerin 100 yıllık hikâyesi içinde nereye oturduğuna dair can sıkıcı bir muhasebe, kimi zaman onu tanımış olmaktan doğan, tam tarif edilemeyecek bir iyi his, kimi zaman onun dediklerine, yaptıklarına, söylediklerine yeniden odaklanma ve oradan hiç aklımıza gelmemiş yeni açılımlar, yeni bakışlar keşfetme, kimi zaman da basitçe, en olağan haliyle, özlem. Kimi zaman da, hatta çoğu zaman da bunların tümü.

Bu yıl da öyle oldu, ya da olacak. Şu, tabii, kahredici: Devlet dokuz yıldır bu konuda hiçbir adım atmamış, her yıl Hrant’ı seven binleri bir dava çıkmazı içinde yolunu bulmaya çalışmak zorunda bırakmıştır. Genel olarak, bu devlet böyle yapar. Nereden baksanız 100 yıllık geleneği çerçevesinde hedefine koyduğu birilerine hayatı dar eder, kendisi ya da göz yumduğu müttefikleri bu birilerini bir şekilde ortadan kaldırır, sonra da o hayatını mahvettiklerinin yakınlarını bir çaresizlik girdabı içinde bırakmaya gayret eder. Yasınızı mı tutacaksınız, “Devlet bizden ne kaçırıyor?” diye dikkat mi kesileceksiniz, faillerle aynı zihniyeti paylaşanlar memlekette ve devlet içinde nasıl da rahatça cirit atıyor diye darlanacak mısınız, ne yapacağınızı bilemezsiniz. Bununla da bitmez. Devlete arada sırada eser, nereden icap ettiği bilinmez (ya da aslında gayet iyi bilinir), bazı önemli adımlar atılır, “Çözüyoruz” mesajı verilir. Çok ama çok temkinli olmakla birlikte, umutlanırsınız elbet. Başka türlüsü mümkün müdür zaten?

Bu umut bazen bir yere varır, bazen varmaz. Ama size düşen, orada yüzde birlik bir ihtimal bile varsa, o umudun peşine düşmektir. Sinir bozucu olan da, içinizi öfkeyle dolduran da budur zaten. Devlet dediğiniz öyle bir yapıdır ki, isterse bu meseleyi bir dakika içinde çözer. Bunu bilirsiniz. Ama, isterse. İstemez. Çünkü o, bu ülkede yaşayan halkların devleti değildir. Kendi devletidir. Kendi için yaşar, kendi için var olur. Zaman zaman değişen, kendine seçtiği bir topluluk vardır. Hasbelkader onlardan biriyseniz, belki. Ama onlardan biri olmak da yetmez. Devletten biri olmak gerekir. Bizzat devlet olmak gerekir. O günkü devlet her kimse.

O yüzden, devlet kendini çok iyi korur. Hele ki neredeyse tüm kanatlarıyla bulaştığı bir cinayetten bahsediyorsak. Neyse, bu devlet analizlerini çok uzatmayayım ve bu faslı şöyle bağlayayım: Devlet çoğu zaman kahhar olmakla övünür. Kahredici yani. Burada kastettiği, fiziksel anlamda çıplak güçtür. Muhalif gördüğünü ezmek, yıldırmaya çalışmaktır. Aynı bugünlerde gördüğümüz, yaşadığımız gibi. Ama bu örnekte, Hrant Dink cinayetinde olan, devletin bir şeyler yapma imkânı olup da, sadece öyle istediği için yapmadığını görüp, bilip, manen, ruhsal olarak kahrolmaktır.

İşte her yıl dönümünde devletin aynı zamanda bu manevi kahharlığını görüp, kızgınlıkla, öfkeyle dolabiliriz. Ama işte umudu da elden bırakmayız. Israrı da. Devletin bu cinayetle yüzleşme ihtimalini, bunun peşini bırakmama ısrarını, elden bırakmayız. Ve en çok da özleriz tabii.

Onu bir türlü Hrant olarak anamamanın kızgınlığı ve hüznüyle özleriz. Her yıldönümünde bir gözümüzün yargıda, soruşturmada ne dönüyor, yine bir şeyler mi oluyor, bazı bilgiler karambole mi getiriliyor sorularına yanıt bulmak üzere devlette olmasının kızgınlığıyla, öfkesiyle, bunun hüznüyle özleriz.

Özleriz işte. Dokuzuncu yılda durum kabaca budur, ahparig.

Akademisyenlere cadı avı

11 Ocak’ta, bir grup akademisyen ve araştırmacı ‘Bu suça ortak olmayacağız’ başlığıyla bir bildiri yayımladı. Amaçları, süregiden çatışma ortamını durdurmak, müzakere, barış koşullarına dönülmesi için inisiyatif almak ve devleti sürdürdüğü operasyonlarda evrensel insan hakları kurallarına dönmeye davet etmekti. Bu bildiri Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından çok sert ifadelerle karşılandı. Şöyle dedi Erdoğan: “Kendine akademisyen diyen bir güruh Türkiye devletinin topraklarını korumasına dil uzatıyor, bölge halkını tehdit ediyor. Akademisyen güruhu yurtdışından gözlemcileri Türkiye’ye davet ediyor. Bunun adı müstemlekeciliktir, mandacılıktır. Türkiye bu zihniyetin ihanetiyle 100 yıl önce de karşılaştı. Yalnızca yabancıların sorunları çözebileceğine inanan bir güruh vardı. Bu aydın müsveddeleri kalkıp devletin katliam yaptığından bahsediyor. Ey aydın müsveddeleri, siz karanlıksınız. Aydın falan değilsiniz. Sizler ne Doğu’nun ne de buraların adresini bilemeyecek kadar cahilsiniz. Ama bizler kendi evimizin yolu gibi iyi biliriz.”

12 Eylül döneminde Aydınlar Dilekçesi karşısında cunta lideri Kenan Evren’in tepkisini hayli hatırlatan bu sözler, girmekte olduğumuz, daha doğrusu içinde bulunduğumuz karanlık dönemin çok somut bir habercisi, göstergesidir. Bu sözlerin ardından bu bildiriye imza atan akademisyenler hakkında başlatılan soruşturmalar ve suç örgütü liderlerinden gelen şiddet dolu tehditler de öyle.

AKP ve medyası, belli ki tarihe nasıl geçeceklerini gayet iyi biliyorlar. Ama bunu umursamıyorlar. Gitgide koyulaşan, kâh olumlu kâh olumsuz Hitler hatırlatmalı bu faşizan atmosfer, ilerisi için çok can sıkıcı sinyaller veriyor. Zor bir yıl olacağı apaçık. Yine de, sözümüz hep barıştan yana olsun.