İki memleketli grafik roman ‘Ayvali-Ayvalık’, Ege’nin iki yakasını buluşturuyor

Yunanistan’da 2015 yılında En İyi Çizgiroman ve En İyi Senaryo ödüllü, Fransa’da yılın en iyi çıkış yapan yabancı çizgiromanı sayılan başyapıt niteliğindeki ‘Ayvali-Ayvalık’, İstos Yayıncılık tarafından Türkçeye çevrilerek yayımlandı. Aile tarihinden başlayarak, kitabın oluşum sürecini konuştuğumuz Soloúp, ‘memlekete dönüş’ünü ‘birbirini anlamaya dair bir dönüş’ olarak tanımlıyor.

Yaşamın gerçek anlamını arayan, bulmaya çalışan bir martıdan daha sorumluluk sahibi biri olabilir mi? Bin yıldır yaptığımız tek şey, balık peşinde koşmak. Artık yaşamak için bir nedenimiz olmalı; öğrenmek, keşfetmek, özgür olmak gibi. Bana bir şans verin, öğrendiklerimi size göstereyim” diyordu, Richard Bach’ın ‘Martı’ kitabının kahramanı Jonathan Livingston. Yemek bulmak yerine, uçmayı ve keşfetmeyi amaçladığı için, sürüsü tarafından sorumsuzlukla suçlanmıştı. Ancak o, yoluna devam etmiş, kendi sınırılarını aşmış, bir gün dışlandığı sürüye dönüp arkadaşlarına da yol göstermişti.

Yunanistan’ın çizgiroman ve karikatür üstadı Soloúp’un ilk grafik romanı ‘Ayvali-Ayvalık’ın kapağında yer alan görkemli martı, bana Jonathan Livingston’ı anımsattı. Kökleri İzmir’e uzanan, üçüncü kuşak bir mübadil torunu olan Soloúp, kulağında ninesinin mübadele hikâyeleri, Midilli’den Ayvalık’a doğru yaptığı bir gemi yolculuğunda ‘Ayvali’yi yazmaya karar vermiş. Ege’nin iki yakasındaki halkların bitmeyen sürgününü, acı, göç ve özlemle ortaklaşan tarihlerini, her iki tarafın da bakış açısıyla anlatan grafik roman, Soloúp’un çeşitli kaynaklardan edindiği tanıklıklara ve arşivlere dayanıyor.

Osmanlı dönemi Ayvalık’ını en iyi tasvir eden yazarlardan Fotis Kondoğlu, Amele Taburları sürgününden kurtulmayı başarmış Ayvalıklı öykücü İlias Venezis, bir Türk subayıyla yaşadığı çarpıcı günleri anlatan Agapi Venezi-Molivyati ve Giritli Türklerin maruz kaldığı şiddeti kaleme alan Ahmet Yorulmaz’ın anlatılarını içeren kitap, Soloúp’un ‘memlekete dönüş’ü ve Ayvalık’ta kendisi gibi mübadil torunu olan Mehmet’le karşılaşmasıyla son buluyor.

Yunanistan’da 2015 yılında En İyi Çizgiroman ve En İyi Senaryo ödüllü, Fransa’da yılın en iyi çıkış yapan yabancı çizgiromanı sayılan başyapıt niteliğindeki ‘Ayvali-Ayvalık’, İstos Yayıncılık tarafından Türkçeye çevrilerek yayımlandı. Aile tarihinden başlayarak, kitabın oluşum sürecini konuştuğumuz Soloúp, ‘memlekete dönüş’ünü ‘birbirini anlamaya dair bir dönüş’ olarak tanımlıyor. ‘Ayvali-Ayvalık’ kitabı, sürgünlük ve acı dolu bu coğrafyada, Soloúp’un, devletlerin resmî tarih anlatılarına inanmak yerine, Martı Jonathan gibi uçmak, öğrenmek ve özgür olmak isteyenlere bir armağanı.

Soloup

Ayvali-Ayvalık’ı yazmaya başlarken temel motivasyonunuz neydi?

Kitap, Ayvalık’a yaptığım günübirlik bir yolculuktan sonra hissettiğim, genelde tartışmadığımız şeylere dair soruları kafamda yerli yerine oturtma ihtiyacından doğdu. Hem tamamı Küçük Asya doğumlu büyükannelerim ve büyükbabalarımın başına gelenleri, hem de Türkiye ile Yunanistan arasındaki önyargılardan dolayı bugün bizlerin neler yaşadığını anlama arzusundan doğdu.

Kitap için nasıl ve ne kadar bir süre araştırma yaptınız? Hangi kaynaklara başvurdunuz? Kitabın ne kadarı kurgu, ne kadarı gerçek?

Bu grafik roman, yoğun bir araştırma ve çalışmayla geçen üç yılda tamamlandı. Öncelikle İlias Venezis, Dido Sotiriu, Fotis Kondoğlu gibi edebi kaynaklara, İzmir ve Çeşme’den gelen mübadillerin aile arşivlerinde bulunan fotoğraflara yöneldim. Senaryo ilerledikçe araştırmam tarihsel çalışmalara, Türk edebiyatçıların yazdıklarına, eski fotoğraflara ve kartpostallara doğru genişledi, kütüphanelerde ve arşivlerde araştırmalar yapmaya koyuldum. Dönemin üniformaları, gemileri, alışkanlıkları ve kıyafetlerini inceledim. Ve tabii ki, görsel dünyamı oluşturmak için Ayvalık’ı defalarca ziyaret ettim. Senaryo gerçek olaylardan besleniyor, tanıklıklara dayanıyor. Kitaptaki dört yazarın anlatıları da, çoğunlukla yaşadıklarından ve tanık olduklarından oluşuyor. Ancak kitapta ‘hayal ürünü’ olarak tanımlayacağımız her şey, aslında çok sayıda, irili ufaklı tanıklığın bir araya getirilmiş halinden oluşturulmuştur.

Yunanistan’da kitapla ilgili ne tür yorumlar aldınız?

Kitap, Yunanistan’da akıl almaz derecede yoğun ilgi gördü. Kitabın piyasaya çıktığı günden bu yana geçen bir yıl içinde, Yunanca basında yıllardır herhangi bir kitap için yazılmadığı kadar çok yazı yazıldı. Kitap, ulusal alanda iki çizgiroman ödülüne layık görüldü (yılın en iyi çizgiromanı ve en iyi senaryo) ve pek çok üniversitenin tarih, antropoloji, filoloji, güzel sanatlar, iletişim bölümlerinde okutulmaya başlandı; hakkında paneller, tiyatro oyunları ve konserler düzenlendi. Geçen yıl Şubat ayında, Yunanistan’ın belki de en önemli sanat müzelerinden biri olan, Atina’daki Benaki Müzesi’nde kitabın büyük ölçekli bir sergisi düzenlendi. O günden bu yana, tüm Yunanistan’dan (Midilli, Girit, Patra, Trakya, Selanik ve daha pek çok yerden) bizlere davetler geliyor. Bu kitabın en heyecan verici yanlarından biri de tüm yaşlara hitap etmiş olması; hatta daha önce ellerine çizgiroman almamış olan ikinci kuşak mübadiller bile kitabı okudu! Tüm bu deneyimler, kitabı hazırlarken hayal ettiklerimin çok ötesine geçmiş oldu.

Kitabın Türkçeye çevrilip Türkiye’de yayımlanmış olması sizin için ne ifade ediyor?

Bu kitabın iki memleketi var: Yunanistan ve Türkiye. Ayvali-Ayvalık’ta Ege’nin her iki tarafında yaşayanların ‘karşı taraftaki’ne dair önyargılarını yansıtmaya çalıştım. Ancak ve ancak ‘öteki’nin duygularını bilir, onun, ders kitaplarının ya da resmî ulusal anlatıların tasvir ettiği canavar olmadığını anlayabilirsek, bu insanların benzer korkulara, aşklara ve tekinsizliklere sahip olduğunu görebiliriz. Aynı zamanda Yunanistan’da yaşayan bizlerin ve Türkiye’de yaşayan sizlerin, birbirimizin kültürüne saygı duyarak, barış içinde yaşama arzusuna sıklıkla tanıklık ettim ve buna dair söz söylemek istedim.

Bu tür tarihsel hikâyeleri, grafik romanla belgesel tadında anlatmanın nasıl bir önemi ve etkisi var?

Kitap, Yunanistan’da ve Fransa’da yayımlandı. Her iki ülkedeki tepkilere baktığımda, grafik romanın ve çizgilerle anlatımın, çok önemli konulara dair daha geniş kitlelere doğrudan ulaşmanın çok güzel bir yolu olduğunu görüyorum. Bir de bunu genelde karikatürlerdeki gibi indirgemeci bir şekilde yapmıyor. Grafik romanlar, artık daha geniş bir kitleye ulaşan, olgun bir sanat biçimi olarak algılanıyor.

Siyaseten bu kitabın nasıl bir etkisi olabilir sizce?

Ayvali-Ayvalık’ın şüphesiz siyasi bir boyutu var. Bu siyasi boyut, aslında sıradan insanların savaşlar olmadan, köktencilikten, milliyetçiliklerden ve önyargılardan uzak, barış içinde yaşama ihtiyacından ibarettir. Bu da herkesin tarihe daha çok özeleştirel yaklaşımla bakması gerektiği anlamına geliyor. Öncelikle kendi hatalarımızı fark edip, ‘ötekiler’in düşüncelerine saygı duymazsak, elle tutulur yeni bir yaklaşımı nasıl oluşturabiliriz ki? Böyle bir kitap, halkların düşünce dünyasının sınırlarını genişletmeye katkı sunabilir. Düşmanlığın önyargılarından ve silahların diplomasisinden öte bir yönelim sunabilir.

Kitabın sonunda aile albümünden fotoğraflar ve kısa bilgiler görüyoruz. Kitapta yer veremediğiniz, aile tarihinin eksik kalan kısmını anlatır mısınız? Özellikle nineniz Maria ve dedeniz Angelos’un hikâyesinden bahseder misiniz?

Dedem Angelos, Bayındır doğumlu. Küçükken hep duyardım, ‘Bayindiri’ derlerdi Yunancada. Annesini ve babasını küçük yaşta kaybettiği için, onu bir tütün tüccarı olan zengin İzmirli amcası evlatlık edinmiş. Savaşın zorlu yıllarında okumak için Berlin’e gitmiş. Büyükannem Maria da İzmir’de doğmuş, babası Fransız demiryollarında terzi olarak çalışıyormuş. Kitapta gördüğünüz fotoğraflar, büyükannem Maria’nın 1919’da Berlin’e, dedeme gönderdiği aşk mektuplarından. Bu yüzden yangından zarar görmemiş, günümüze ulaşabilmişler. Büyükannem de İzmir kordonunda, yangın, deniz ve silahlar arasındaki cehennemde kalan binlerce insan arasındaymış. Çaresizlik içinde, tecavüzden kaçmak ve intihar etmek için denize atlamış. Fakat sonuç olarak, ölü bedenler arasından yüzmüş ve bir Amerikan gemisi tarafından kurtarılmış. Küçüklüğümde, başından geçenleri ayrıntılı bir şekilde anlatırdı bana.

Kitabın son bölümünde Ayvalık’ta bir Türk aileyle karşılaşmanızı anlatıyorsunuz. Neler hissettiniz? Aile büyüklerinden dinlediğiniz Ayvali ile nasıl bir bağ kurdunuz?

Kitabın tamamı bir ayna aslında. “Köroğlu” başlıklı bölümde anlatılan karşılaşma, kendimizle bir karşılaşmadır (Köroğlu, karşılıklı dans edilen ve Yunan adalarında mübadil torunlarının hâlâ oynadığı bir danstır). Ne kadar çok birbirimizi tanırsak, verdiğimiz tepkilerin birbirine ne kadar benzediğini görebiliriz. Karşılıklı önyargılarımız aynı, ancak dostluğa ve iletişime olan ihtiyacımız da bir o kadar benzer.

Bu tür göçlere maruz kalmış halkların sonraki kuşakları, ne kadar zaman geçerse geçsin, geçmişle bağ ve ilişki kurmak istiyor. Sizce bunun nedeni nedir?

Memlekete dönüş!” Bu devasa bir mesele. Kendi kaderimizi tayin etmeye ve insan ruhuna dair, Homeros’tan bugüne dek gündemde olan, devasa bir mesele. Bu yalnızca atalarımızın nerede gömüleceğine dair bir konu değil. Örneğin, ben üçüncü kuşak mübadil torunu olarak, atalarımın memleketine ‘dönmek’ konusunda hissettiğim ihtiyaçtan ötürü kendime şaşırıyorum. Ben, Küçük Asya’yla böyle bir bağ kuruyorum, mübadil Giritli Türkler de Girit’le… Dünyada milyonlarca insan, aynı duyguları besliyor. Her şeyin ötesinde, sanırım bu, derin bir farkındalık ve haysiyet meselesi. Köklerini bilmek, kültürünü bilmek istiyor insan. Hepimizin geri dönmek istediği şey, tam da bu.

Vatan arayışı, oraya dönüşle bitmiyor. Ninenin vatanını bulduktan yıllar sonra orada yaşama isteği oluyor mu, yoksa o toprağa yönelik his, platonik bir aşk olarak mı kalıyor?

Dönmeli, ama nasıl?.. Bazen Yunanistan’da, Ankara’ya kadar uzanan, tarihdışı Yunanistan haritaları, yahut Türkiye’de de Trakya’nın tamamını, Ege Adaları’nı ve Girit’i dahil eden tarihdışı Türkiye haritaları görüyorum. Dönüş, kaybedilmiş/kazanılmış topraktan ibaretmiş. Hayır, benim ‘dönüş’üm, kitabımdaki Mehmet karakterinin dönüşü gibi, birbirini anlamaya dair bir dönüş. Diyalog ve karşılıklı saygı köprüleri inşa eden bir dönüş.

Fotis, İlias, Agapi, Hasan ve sizden sonra, gelecek kuşağa nasıl bir mesajı olacak bu kitabın? ‘Geçmişin şeytanları’nı kovmak nasıl mümkün olabilir?

Öncelikle, özeleştirimizi yapalım; tarihi, önyargısız bir şekilde yeniden okuyalım ve sonra çektiğimiz çileler için ‘ötekileri’ yargılayalım. Bu yalnızca Türkleri, yahut Yunanları ilgilendirmiyor, tüm dünyanın halklarını ilgilendiriyor.

Tanınmış karikatürist Filistinli Naci El Ali, Hanzala karakterini hep sırtı dönük çizdi. Bu, Filistin’de yaşananlar karşısında tüm insanlığın sessiz kalmasına olan küskünlüğün ifadesiydi. ‘Ayvali’de de, her bölümün sonunda sırtı dönük karakterler, gemiyi uğurlayanlar, el sallayanlar görüyoruz. Bu anlatımın Hanzala’da gördüğümüz gibi, özel ve sembolik bir anlamı var mı?

Evet, haklısınız. Sırtı dönük karakterler, başka bir anlam içeriyor. Bu yöntemle aslında okurun bakış açısı, her karakterin bakış açısıyla ve baktığı yönle eşleniyor. Okuyucu, her karakterin tam arkasında durarak, o karakterin gördüğünü görüyor. Sinemadaki bir öznel planda olduğu kadar mutlak bir şekilde özdeşlik duyamayacak olsak da, bahsettiğiniz çizimlerle belki karakterlerin duygularını ve düşüncelerini anlamamız mümkün olur. Belki aynı acıları hisseder, aynı düşüncelere dalabiliriz. 

İstos Yayıncılık: ‘İki vatana sahip bu kitabın iki dilde de iyi konuşması gerekiyordu’

Kitabı basmaya nasıl karar verdiniz? Yayıma hazırlama sürecinde karşılaştığınız zorluklar neler oldu?

Soloúp, Yunanistan’daki üretimlerini, karikatür ve çizgiroman çalışmalarını takip ettiğimiz bir sanatçıydı. ‘Ayvali-Ayvalık’ın tamamlandığına dair ilk haberler çıktığında, daha Yunanistan’da yayımlanmadan temasa geçtik ve kitabın Türkçedeki yayımcısı olduk. Ancak, çeviri süreci biraz uzun sürdü; zira iki vatana sahip bir kitabın, içerdiği ve ruhunu tesis eden iki dilde de iyi ‘konuşması’ gerektiğini düşünüyorduk. Çok dikkatli bir Türkçeleştirme yapmak istedik; hem gündelik/kültürel referanslar ve özel kelimeler okuyucu için notlanmalı, hem de dört ayrı yazar ve çizer/anlatıcının üslupları ayrıştırılmalıydı; ayrıca iki dildeki ortak kelimeler metinde korunmalı, lehçesel farklara dikkat edilmeliydi. Tüm bu metinsel ince işçilik, grafik uygulamada da ayrıca bir işçilik ve süre gerektirdi. Çevirmenimiz Hasan Özgür Tuna, bu anlamda çok başarılı bir iş çıkardı. Soloúp da bu Türkçe baskı için pek çok sayfada yeniden kaligrafik uygulama yaptı. Bu anlamda kitap, Türkiye baskısı ve Türkçe okuru için baştan başa düşünüldü ve yeniden çalışıldı.

Kitabın hedef kitlesi kimlerdir? Yunanistanlı okur ile Türkiyeli okur arasında kitabın algılanması açısından ne tür farklar olabilir?

Ayvali-Ayvalık’ hatırlamaya dair bir kitap. Bir tarih kitabı; güçlü bir edebi geleneği alıntılıyor, ayrıca mimari ve ikonografiye dair detaylı örnekler sunuyor ve yine bugünün tatil mekânlarının görünmeyen geçmişini çiziyor. Midilli ile Ayvalık arasındaki günübirlik bir yolculuğu, okuyucu için sinematografik bir zaman yolculuğuna dönüştürüyor. ‘Ayvalık’ı okumak, gerçekten iyi bir film izlemek gibi.

Yunanistanlı okur, mübadele ve toplumsal etkisi hususunda daha bilgili ve ilgili. Bunda elbette 1,5 milyon gibi yüksek sayıda nüfus hareketliliğinin küçük bir ülkede yarattığı köklü ve yıkıcı etkinin payı var. Bu etki, kesintiye uğramayan bir aktarımı da beraberinde getirmiş. Türkiye’de ise mübadele daha az anılan bir tarihsel vaka; mübadil aileler, yerli toplumla daha hızlı kaynaşmış ve Cumhuriyet’in inşasının merkezî bir unsuru olmuş. Dolayısıyla, özgün ve zorlu aile hikâyeleri, daha az alıntılanmış ve genel olarak toplumun meselesi olamamış, ta ki 90’larda Türkiye’deki mübadil aileleri yan yana gelip hikâyelerini paylaşmaya başlayana kadar...

Hatırlamak neden önemli? 

Yüz yıl öncenin hayaletlerinin, bugünümüzün temelinde gömülü kalmaması için ruhlara ve kaybolmuş hayatlara saygı duruşunda bulunmak, onları acılarından özgürleştirmek; edebi, tarihî ve hayati bir sorumluluk. Savaşın, göçün ve mübadelenin kurbanlarını anmamız; bugün Türkiye ve Yunanistan nüfusunun önemli ve etkin bir kısmını oluşturan ve aile geçmişleri travmalar, kayıplar, yoksulluk ve yoksunlukla damgalanmış; her şeye sıfırdan başlamak, tanımadıkları ve ne yazık ki dışlandıkları topraklarda yeniden bir hayat kurmak zorunda kalan tüm insanları hatırlamamız ve birlikte bir kez daha sormamız gerekiyor: Göçmenlerin umutları onlarla birlikte öldü, peki ya bizim umutlarımız?

Çevirmen Hasan Özgür Tuna: ‘Grafik romanda kelimeler, çizgilerin eşlikçisidir’

Farklı ekollerden çok önemli beş ayrı yazarın (Soloúp, Kondoğlu, Venezis, Yorulmaz, Venezi-Molivyati) üsluplarını, aynı cilt içinde, mümkün olan en iyi şekilde yansıtabilmek, başlı başına büyük bir sorumluluktu. Onun dışında, Hıristiyanlık ile ilgili terminoloji, Giritli Müslüman mübadillerin kitapta konuştuğu Yunanca lehçe, Ahmet Yorulmaz’ın aslen Türkçe yazılmış eserini Soloúp’un yorumu üzerinden yeni bir metinmiş gibi yeniden Türkçeye çevirmek, çeviri süresince karşılaştığım en büyük zorluklardı. Bir grafik romanı romandan ayıran en büyük özellik, grafik romanın çoğunlukla çizgilerden oluşuyor olması ve anlatılan hikâyede kelimelerin çizgilere eşlik ediyor oluşudur. Ancak meseleye bu çerçeveden, yani kelimelerin başrolde değil eşlikçi rolünde olduğu başından kabul edilerek bakıldığı zaman, bir grafik roman metninin talep ettiği esnekliğe cevap verilebilir. 

Kitapta anlatılanları biliyordum, sözü geçen eserleri okumuştum; ama asıl etkilendiğim, Soloúp’un olaya yaklaşımı oldu. Daha çeviri süreci devam ederken içimde çok şiddetli bir şekilde hem Yunanistan’ı, Lezvos Adası’nı, hem de Ayvalık’ı ziyaret edip kitapta geçen yerleri görme arzusu doğdu. Buralarda daha önce bulunmama, yaşanan trajediden haberdar olmama rağmen, o topraklara hiç Soloúp’un baktığıpencereden bakmamıştım. Dolayısıyla, çeviriyi bitirir bitirmez bir yolculuk düzenleyip oralarda yaşayan insanları bir de o gözle görmek üzere, tıpkı kitaptaki Soloúp karakteri gibi çantayı sırtıma vurup yola çıktım. Gittiğim yerler içinde, beni en fazla etkileyen Ayvalık oldu. Kent merkezinde o yıkıntılar içinde, terk edilmiş, kapısına kilit vurulmuş Rum evleri olsun, kitapta sözü edilen trajik olayların yaşandığı zamandan kalma Arnavut kaldırımları olsun, her şey garip bir şekilde sanki daha dün yaşanmış gibiydi. Kentin bir kısmı çirkin betonlaşmadan nasibini alırken, diğer bir kısmı da unutulmaya yüz tutmuş çok acı bir geçmişi, tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyordu. Bu iki farklı dünyanın bir arada bulunuyor oluşu, benim için çok çarpıcıydı.

Soloúp’un söyleşisinin çevirisi için İstos Yayıncılık ve Aleksandros Kamburis’e teşekkür ederiz.

Kategoriler

Dosya Orta Sayfa


Yazar Hakkında

1985 İstanbul doğumlu. Toplum haberleri, Türkiye-Ermenistan ilişkileri, güncel politika, azınlık hakları, insan hakları ve müzik haberleri yapıyor.