OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Devletin egemenliği

Şu içinden geçtiğimiz ağır mı ağır, katlanılması zor günlerin küçük de olsa bir hayra vesile olması, ‘devlet’ kavramını tartışmamıza yol açmasıdır. Sadece son aylarda Türkiye’de şahit olduğumuz devlet uygulamalarını kastetmiyorum, genel/teorik anlamda devleti kastediyorum. Geçen hafta da bu konuya değinmiştim zaten, ama özellikle bu son akademisyenler bildirisi tartışmaları etrafında, kutsal devlet anlayışı kendini tekrar tekrar gösterdiği için, bu konuyu konuşmaya devam etmek faydalı olabilir.

Mesela o akademisyenlere şu minvalde sözler söyleniyor: “Devlet besleyecek, sen (yani o akademisyenler) ihanet edeceksin. Bu mümkün değil, gereği yapılacaktır.” Önce şu benzerliğe dikkat çekmek istiyorum: Bilen bilir, bu sözün aynısı Ermenilere (ve diğer bastırılmış gruplara) söylenegelmiştir. “Ekmeğini yediğin devlete ihanet edemezsin.” Bunu söyleyenler, kendilerini devletin yerine koyar veya devletin sahibi olarak görürler. Sözün muhatabı ise devlete tabi olanlar, ondan ‘lütuf’ görenler olarak konumlandırılır. Her şeyden önce bu ayrımı reddetmek gerekiyor. Sosyal devlet olmanın gereği olarak muhtaç kimselere yapılan yardımlar hariç (ki o da öyle olmalıdır), devlet kimseye karşılıksız bir şey vermez, en azından legal düzlemde. Her halükârda, dağıttığı da bizden topladığı vergilerdir. Dolayısıyla, devlet ne akademisyenleri, ne de bir başka toplumsal grubu ‘besler’. Herkes işini yapar ve emeğinin karşılığını alır, belli hizmetleri yapması için de devlete vergi adı altında kaynak aktarır. Bunları yapanlar, devlete ne madden, ne manen borçludurlar. Dolayısıyla, minnet benzeri duygularla, devleti eleştirmekten kaçınamazlar. Ancak yolsuzluk yaparak kamu kaynaklarını sömürenler devletten beslenir ve tecrübe gösterir ki, bunu yapmaya eğilimi olan en önemli iki grup, siyasetçiler ve bürokratlardır.

Devlet hakkında söylenebilecek başka bir özellik şudur: Devletlerin egemenlik merakı, ondan da öte hamaseti vardır. Taviz vermeme, öfke ve gövde gösterileri, söz hakkını kimseyle paylaşmama vs. bu tavrın yansımalarıdır. Hendek meselesinde de gözlemlediğimiz bu tavırdır. Bu meselede, yalnız devlet-hükümet görevlileri ve onların kalemleri tarafından değil, anaakım yorumcular tarafından da sık sık tekrarlan bir söz var: “Bir devlet şehirlerde açılan hendeklere, kurulan barikatlara göz yumamaz(dı).” Kafalardaki devlet imajı yukarıdaki gibi olduğu için, bu söz neredeyse hiç sorgulanmadan, genel bir kabul görüyor. Tabii ki, şehirlerde hendek ve barikat ‘normal’ veya istenen bir durum değildir, bir şekilde hayatın normal akışına dönmesi gerekir(di). İyi ama, bunun tek yolu hendeklere tankla, topla ağır silahlarla müdahale etmek miydi? Bu müdahale biçimi somut ve tam olarak neyi önledi? Hendeklere bu şekilde tankla topla müdahale edilmeseydi, şimdi olanlardan daha kötü ne olacaktı?Mahalleler yerle bir oldu, yüzlerce insan öldü, bir sürü aile dağıldı, insanlar günlerce hatta haftalarca aç susuz kaldılar, cesetlerin sokaklarda çürümesi gibi utanılacak manzaralar ortaya çıktı, benim açımdan en acısı şu ki onlarca çocuk öldürüldü. Bir çocuk sadece bir çocuktur, babası şuymuş buymuş fark etmez. Belki biraz sert olacak ama şunu açıkça söylemek istiyorum: Değil çocukları hedef almak, herkes çocukları özellikle sakınacak; sakınmayan, benim nezdimde, kim olursa olsun, alçaktır. Velhasıl, “Hendeklere silahla değil de başka türlü müdahale edilseydi başımıza şu gelirdi” denecek ne kaldı? “Devletin gücünü göstermesi” uğruna bu kadar yıkıma, ölüme değdi mi? “Değdi” diyorsanız, işte asıl sorun orada.

Devleti göklerden yere indirmeden demokrasi, barışçı birlikte yaşam sorunlarını çözmemiz pek mümkün görünmüyor.