Yar, bana bir sanatçı!

MURAT CANKARA

Sanatın İktidarı: 1917 Devrimi, Avangard Sanat ve Müzecilik’ Ali Artun’un hazırladığı ‘Sanat Hayat’ dizisinin, editörün kendisi tarafından yazılmış olan 37. kitabı. Dolayısıyla, övgü şart. Lisans eğitimini okunamayan fotokopiler ve anlaşılamayan çevirilerle tamamlamış kuşağın bir üyesi olarak böyle bir dizinin varlığından dolayı sevineyim mi hayıflanayım mı, bilemiyorum.

Tarihte ilk kez…

Kitabın çıkış noktası şu soru: “Rus avangardı, yakıp yıkmaktan bahsettiği müzeleri 1917 Devrimi’nden sonra ele geçirince ne yapmıştı?” Fakat “Devrim döneminde sanatın örgütlenmesi, siyaseti, felsefesi ve üretimi” meselelerine girmeden bu soruyu yanıtlamak güç. Artun da, hem müzecilik hem de sanat tarihi bakımından istisnai sayılabilecek bir örneğe, Sovyet hükümetinin 1917 sonrasında sanat kurumlarını bütünüyle avangart sanatçılara teslim edişine ve bunu takip eden 4-5 yıl boyunca, yani iktidar uyanıp avangardı önce tatlı tatlı sonra da çok sert bir biçimde ve tabi ki devrim adına tasfiye edene kadar, yaşanan deneyime odaklanıyor. Bu ilginç bir durum çünkü “Tarihte ilk kez sanatın iktidarı sanatçıların elindedir.”

Kitapta önce Rus modernleşmesinin genelde sanat, özelde müzeciliğe yaklaşımına değiniliyor. İster sürgünde ister okumak veya gezmek için Avrupa’ya gitmiş olsunlar; Rus sanatçı, entelektüel ve aristokratlarının Batıdaki sanat ortamı ve piyasasıyla ilişkileri ve tüm bunların Rusya’da müzelerin örgütlenme, sanat koleksiyonlarının oluşturulma şekli üzerindeki belirleyiciliği ilk bölümün konusu. Daha sonra, 19. yüzyıl sonlarına doğru avangart sanatçıların küçük gruplar halinde nasıl örgütlendikleri, yüzyıl ortasında şekillenen gerçekçiliği nasıl eleştirdikleri, sanattan beklentileri; Rus avangardının temel özellikleri (ütopist; kozmopolit ama yerli vb.) ve Avrupa avangardıyla ilişkisi (örneğin onu “devrimcileştirerek” sahiplenmesi) üzerinde duruluyor. Bu bölümde, Rus avangardının gittiği iki uca ve birbirleri arasındaki tartışmalara da yer veriliyor. Üçüncü bölüm kitabın merkezi. Devrim’le yolları kesişen Rus avangardının nasıl tarihî bir fırsat yakaladığını; sanatçıların, özerk bir sanatın imkânlarını, eşi benzeri pek de görülmemiş bir özgürlük içinde, yeni bir toplumun ve hayatın inşası için nasıl seferber ettiklerini, deneyler yaptıklarını; resim, mimarlık, tiyatro ve sinemanın nasıl da ütopik fikirlerin test edildiği alanlar haline geldiğini okuyoruz. Ancak mesele o kadar da basit değil: Tartışma, hem Devrim’in hem de avangart sanatçıların karşı karşıya oldukları kurma-yıkma ikilemine de kapı aralıyor. Eskiyi yıkmadan yeniyi nasıl kuralım? Yıkmak için geldiğimiz eski düzenin mirası ne olacak? Dahası, yıkmak istediğimizin ta kendisi bize emanet edilirse ne yapmalı? (Rus avangardı bir yüzyıl daha yaşasaydı 2000 sonrasında YÖK’ün başına gelenlerden ilham alabilirdi.) Dördüncü bölümden itibaren hikâye acılaşmaya başlıyor. (Bildiğimiz üzere, özgürlüğün alametifarikası kısa ve geçici oluşu, tam da sonuç vereceği noktada yitirilişidir.) İktidar önce, başlangıçta biraz da kişisel tutumlar sayesinde özerklik verdiği sanata müdahalelere başlıyor. Daha sonra adım adım avangart sanat özerkliğini yitiriyor, soyut ve biçimci sanat tamamen tasfiye edilip devrim karşıtı olarak yaftalanıyor, Devrim’e mesafeyle yaklaştığı için kültürel iktidarı avangarda kaptıran “gerçekçilik” yeniden sahne alıp kısa süre içerisinde yegâne tescilli ifade biçimi ilan ediliyor. Söylemeye bile gerek yok, “önde giden” ve bu nedenle de erken emekli olan sanatçıların pek de rahat bir emeklilik hayatları olmayacak.

İktidarın sanatı

Rus avangardı özelinde sanat iktidar ilişkisine odaklanan ve iki buçuk asır boyunca sanatın, sanat kurumlarının, müzelerin iktidarla nasıl bir ilişki içinde olduklarını ve onun tarafından nasıl belirlendiğini ele alan bu kitap, Osmanlı/Türkiye tarihi açısından da anlamlı. Burada Rusya üzerinden anlatılan hikâye; sanat kurumlarının, edebiyatın ve entelektüel üretimin Osmanlı/Türk modernleşmesindeki yerine ilişkin tartışmalara da katkıda bulunabilir. Ama bunun da ötesinde, hikâyenin bir de kitabın sonunda ancak başını gördüğümüz ikinci perdesi var: iktidarın sanatı. Bugünün Türkiye’sinde entelektüel iktidara (örneğin Boğaziçi, ODTÜ ve artık bir kurum olarak üniversiteye) karşı saldırılar, tiyatro etrafında dönen “bizim paramızla bize küfrediyorlar” tartışmaları ve daha bir sürüsünün nedeni şu değil mi: iktidar kendi sanatını, sanatçısını ve entelektüelini arıyor. Yoksa koskoca İsmail Kılıçarslan neden ODTÜ kütüphanesinde bira içildiğini yazsın? Ne ayıp.

Sanatın İktidarı
Ali Artun
İletişim Yayınları
194 sayfa.