OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Türkiye çark etmeli

Dış politikada geldiğimiz noktaya bakınca aslında AKP hükümetlerini bir bakıma tebrik etmek gerekir. Öyle ya, insanın dünyada güçlü devlet diye tanımlanacak bir Rusya’yla neredeyse boğaz boğaza gelmesi, orta ölçekli devlet sınıfından komşusu İran’la ters düşmesi (aksiliğe bak ki bu da tam İran’la Batı’nın ilişkilerinin ‘yumuşadığı’ zamana denk geldi. Ama canım, şimdi bizim yöneticilerimiz de bunu nasıl öngörsünler, değil mi? Bunu yapabilecek olsalar Real Madrid’de oynarlardı), üstelik bu ülkelerle takışırken müttefiki ve ‘dünyanın büyüğü’ ABD’nin açık desteğini alamaması, yani Batı kampının ne içinde ne dışında bir duruma düşmesi, irili ufaklı birçok silahlı grubun hedefi haline gelmesi, bunların hepsini aynı anda yapabilmesi, kendini bu kadar çarşafa dolaması da neticede bir ‘başarıdır’. 

Burada mesele haklılık-haksızlık değil; uzak görüşlü, kendi çapını, yapabileceklerini-yapamayacaklarını bilen bir dış politika izleyebilmektir. Yoksa, ‘oyun kurucu’ olacağım derken bir bakarsınız oyuna gelmişsiniz. Bunları söylüyorum ama aslında uluslararası siyasette realist ekolün yaklaşımını ve iddialarını benimsemiş ve kabullenmiş biri hiç olmadım. İdealist ekole daha yakın durarak, dış politikanın da özgürlük, adalet, kültürel eşitlik, demokrasi gibi ilkeler etrafında yapılmasını desteklerim. Suriye meselesinde de eğer Esad rejimi karşısında bu ilkeler etrafında şekillenmiş bir muhalefet olsaydı, seçim kolay olurdu. Fakat, Esad zalim olmasına zalim de, onun karşısında duranlar bu ilkeleri benimsemiş demokratlar mı? Hiç böyle bir izlenim verdiler mi? Bunu söylerken yalnız IŞİD’i de kastetmiyorum. Muhalefet dediğin, kendi imkânları dahilinde Esad rejiminin yöntemlerini benimsemiş, uygulayan ve uygulayacak gruplar; sadece ideolojileri ve hedefleri farklı. Farzımisal, yarın bir gün merkezi yönetimi ele geçirseler Esad rejiminin yaptıklarını, kendi muhaliflerine yapmaktan zerrece çekinmeyecek insanlar bunlar. Zira dinci-mezhepçi bir ideolojiden başka bir davranış beklemek pek olası değil. Öyleyse, Suriye krizinin başından itibaren daha mutedil, yangına körükle gitmeyen, bilmem kaç ayda Emevi Camii’nde namaz kılma hayalleri görmeyen bir politika izlemek, söz konusu ilkelere ihanet olmazdı. Bilakis, böylece belki daha az insanın ölmesi, daha az insanın yerinde yurdundan olması için bir şeyler yapılabilirdi. Fakat, AKP hükümetlerinin kararları ve politikaları Suriye’deki yarayı büyüttü. Bu kadar ölümün, acının vebalinden AKP hükümetlerine, dolayısıyla Türkiye’ye de bir pay düşüyor maalesef. Erdoğan’la Esad’ın sarmaş dolaş olduğu zamanlara hiç girmiyorum bile. Sadece bariz olanı tekrarlamakla yetineyim: Baba Esad’la başlayıp oğul Esad’la devam eden rejim o zamanlar çok iyiydi, demokrattı da sonradan mı zalim oldu? Esad’ı ‘güzellikle’, Boğaz turlarıyla, şölenlerle ‘ikna’ etmeye çalışmaktan neden vazgeçildi?

Türkiye’nin içine girdiği bu zor durumdan çıkmasının tek yolu, usul usul ‘çark etmesidir’. Dış politikada bunun utanılacak veya ayıp bir tarafı kesinlikle yoktur. Tam tersine, daha büyük felaketlere gidilmesini engelleyeceği için makbul bir iş olur. Peki, nereye doğru çark etmeli? Türkiye tabii ki kimsenin uydusu, o veya bu ülkenin politikalarının yedeği olmasın. Kimsenin birbiriyle tam bir çıkar birliği yok nihayetinde, her ülkenin öncelikleri farklıdır. Fakat, geldiğimiz noktada görünen o ki, ABD/Batı politikalarıyla daha uyumlu bir çizgiye geçmek Türkiye’nin ve aslında hepimizin yararına olacak gibi duruyor. Bunu söylerken ABD’nin dış politikasını idealleştiriyor veya kusursuzlaştırıyor falan değilim ama içine girdiğimiz durumdan bir çıkış yolu bulmak gerekiyor. Tabii, ‘Kürt alerjisi’ni sürdürerek veya kendimizce ‘iyi Kürt - kötü Kürt’ ayrımı yaparak, bu mümkün değil. Rahmetli bir Türk büyüğünün zamanında iç politika bağlamında dediği gibi ‘Kürt realitesi’ni uluslararası düzlemde de tanımanın vakti geldi. Bunu tanımamak uğruna daha kaç bin kişi ölecek? Değmez. Türkiye bu coğrafyadaki Kürtlerin ‘ne olacağı’ konusunda kararını, projesini, tezini belirlemek ve ona göre proaktif bir pozisyon almak zorundadır. Aksi takdirde gelişmelerin arkasından koşmak zorunda kalacak, muhtemelen de tıknefes olacak. “Yaptırmayız”, “İzin vermeyiz” politikalarının pek bir geçerliliği kalmadı. Teşbihte hata olur mu bilmem ama Türkiye bu meselede bayır aşağı yuvarlanan bir kayanın önünde onu durdurmak için duran cılız bir adam gibi. Halbuki, onun açısından, yuvarlanan kayayı durdurmaktansa, yoluna koyacağı daha küçük taşlarla yönünde bazı değişiklikler yapmaya çalışmak daha akılcı sanki.