Tarihe tanıklık eden öyküler

Sarkis Srents’in 99 yıl önce derleyip yayımladığı Ermeni Edebiyatı Numuneleri, Aras Yayıncılık tarafından yeniden yayımlandı. 8 Ermeni yazardan 14 öykünün yer aldığı kitap için dönemin önde gelen 4 Osmanlı aydınının yazdığı yazılar ise bugünden bakıldığında okuyanı şaşırtan görüş ve saptamalar içeriyor.

Öyküleri yorumlayanlardan Harutyun Şahrigyan, “Osmanlı Türklerinde milli hisler oluşmamıştır. Bütün arızalar bu hissin yokluğundandır. İlim ve ilerlemenin sermayesi olan bu kutsal milli duygu Türklerde, Türk aydınında yeni oluşmaya başlıyor” diyor.

 

Edebiyatın tarihe tanıklık ettiği anlardan biri

Dönemin önde gelen Ermeni aydınlarından Sarkis Srents’in 1913’te derlediği öykülere dört ünlü yazar birer övgü yazısı yazınca, ortaya Türklere Ermeni Edebiyatı’nı tanıtmaya yönelik bu önemli çalışma çıkmış.

Bir yanda II. Meşrutiyet’in özgürlük ve diyalog rüzgârları, öte yanda yaklaşmakta olan 1915 felaketinin ayak seslerinin duyulduğu günlerde yazılan öyküler, dönemin öne çıkan özelliklerini son derece ustalıklı bir dille anlatıyor.

Öykülerle ilgili yazılar ise bugünden bakıldığında okuyanı şaşkına çeviren tespitlerle dolu…

FERDA BALANCAR
ferda@agos.com.tr

“Ermeni Edebiyatı Numuneleri’nin 99 yıl önceki ilk baskısı,1512’de Venedik’te Hagop Meğabard tarafından basılan ilk Ermenice kitapla birlikte başlayan Ermeni matbaacılık faaliyetlerinin 400. yıldönümü kutlamalarına denk düşmüştü. Yüz yıl sonra bugün, Numuneler’in baskısının bu kutlamaların 500. yıldönümüne denk düşmesi, özel bir anlam taşıyor şüphesiz. Öyle ki bu kitap, başta Sarkis Srents olmak üzere, Ermeni yayın emekçileri ve aydınlarının silinmez hatıralarına adanmış naçiz bir armağandır aynı zamanda.”

Ermeni Edebiyatı Numuneleri 1913’ü Mahir Ünsal Eriş ile birlikte günümüz Türkçesine çeviren Ari Şekeryan’ın kitabın sunuş yazısında yer alan bu satırları kitabın bugün ifade ettiği anlamı çok güzel ifade ediyor. Ancak bugünden bakıldığında, kitabın özellikle tarihsel ve toplumsal bakımdan çok farklı anlamları da var. Kitapta yer alan öykülerin yanı sıra, bu öykülerden ilham alarak birer yazı kaleme alan
dört önemli Osmanlı aydınının görüşleri, bu ülkenin
zihniyet tarihi açısından çok önemli veriler içeriyor.   

Paralel metinler

Kitabın Latin harfleriyle Osmanlıca çeviriyazısı ile günümüz Türkçesine çevirisinin paralel metinler halinde yayımlanmış olması, okuyucuya yüz yıl içinde Türkçede yaşanan değişimi izlemesi için çok önemli bir fırsat sunuyor. Özellikle öykülerin Ermenice yazılıp daha sonra Osmanlıcaya çevrilmesi editoryal anlamda önemli güçlükler barındırıyor olsa da, yayınevinin editörleri ve kitabın çevirmenleri bu güçlüğün üstesinden ustalıkla gelmişler.

Kitabın 2012 baskısıyla ilgili söyleneceklere ara verip 99 yıl önceye dönelim…   

Sarkis Srents’in Ermeni Edebiyatı Numuneleri’nde yer alan sekiz önde gelen yazarın 14 öyküsü, ilk kez Kasım 1912-Mart 1913 arasında dönemin en önemli ve etkili edebiyat dergisi Servet-i Fünun’da yayımlanmış. Daha sonra kitap haline gelecek çalışmayı derleyen Sarkis Srents, dört ünlü Osmanlı aydını; Abdullah Cevdet, Harutyun Şahrigyan, Süleyman Nazif ve Şahabettin Süleyman’dan aldığı övgü yazılarını (takriz) ve öykü yazarlarının biyografilerini de ekleyerek 1913’te Ahmed İhsan ve Şürekâsı matbaasında bastırmış. Srents’in o dönem çevirmen ve yazar olarak çalıştığı Ermenice gazete Azadamard’da (Özgürlük Mücadelesi) kitabın yayımlandığına dair ek bir bilgiye rastlanmasa da, Abdullah Cevdet ve Şahabettin Süleyman’ın övgü yazıları, büyük bir olasılıkla yine Srents’in çevirisiyle bu gazetede yayımlanmış.

Kitapta yer alan toplam 14 öykünün yazarları gerçekten de o dönemin en ünlü Ermeni aydınları… Krikor Zohrab, Rupen Zartanyan, Avedik İsahagyan, Avedis Ahoranyan, Zabel Yesayan, Dikran Gamsaragan, Zabel Asadur ve Hrand Asadur’un öyküleri ağırlıklı olarak dönemin İstanbul’undan orta ve alt orta sınıf insanların hayatlarını konu alıyor. Zabel Yesayan ve Zabel Asadur’un öykülerinde ise kadın sorunları oldukça çarpıcı bir dille anlatılıyor.

Sarkis Srents’in derlediği öykülerin pek çoğunda sembolik dil dikkat çekiyor. Sembolik dille örülen öykülerde ölüm, dışlanmışlık, gelecek kaygısı, idam, geçim derdi gibi temalar öne çıkıyor. Öykülerin geneline hâkim olan bu olumsuz havanın sırrı kitabın çevirmenlerinden Ari Şekeryan’ın sunuş yazısında da belirttiği gibi, Harutyun Şahrigyan’ın övgü yazısında yer alan şu satırlarda yatıyor: “Seçiminize mazhar olan edebiyatçılarımız ve onların en kıymetli eserlerinin 1895’e ve o tarihten sonraya, yani Ermeni katliamının hazırlanıp uygulandığı yıllara ve daha sonraki zamanlara rastlıyor oluşu en fazla dikkat çeken noktadır.”

Srents’in hayatı

1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet sonrasında Ermeniler ve Türklerin birbirini anlamaları yönünde atılmış önemli bir adım olan kitabın yazarı Sarkis Srents’in yaşam öyküsü de kitabın hangi koşullarda yazıldığını gösteriyor. Asıl adı Sarkis Hovhannes Kılıçyan olan Srents, 1875’te Tekirdağ’da doğdu. Fransa’da pedagoji okuyan Srents, memleketi Tekirdağ’a dönüp öğretmenliğe başladı. Öğrencilik yıllarında öğretmenlerinin tavsiyesi üzerine soyadını Kılıçyan’ın Ermenice karşılığı ile değiştiren Sarkis Srents, 1890’larda Taşnaksutyun’un Tekirdağ örgütlenmesinde yer aldı. Meşrutiyet’in ilanına kadar Tekirdağ, Edirne ve Malkara’da öğretmenlik ve okul müdürlüğü görevlerinde bulundu. 1909-12 arasında Bardizag (Bahçecik) Amerikan Koleji’nde, 1913-15 arasında da  İstanbul’daki Bezazyan ve Hayrikyan okullarında Fransızca ve Türkçe dersleri verdi. Bu dönemde Azadamard gazetesine Türkçe gazetelerden yaptığı çevirilerle katkıda bulundu.

Mebusluk da yaptı

1914-15 arasından kısa süre Osmanlı Meclisi’nde mebusluk da yaptı. 24 Nisan 1915’te diğer Ermeni aydınlarıyla birlikte tutuklanarak Ankara Ayaş’a götürüldü. Adının Sarkis Kılıçyan değil Sarkis Srents olduğu iddiasıyla yarattığı karışıklıktan faydalanarak İstanbul’a kaçtı. Kendisini ‘kömürcü Sarkis’ olarak tanıttığı Beykoz’a yerleşip çıkmaz bir sokakta kömürcülük yapmaya başladı. Ermeni bir muhbirin ele vermesi üzerine yakalanarak tehcir edildi. Konya’da Ermeni Protestan rahibi Der Stepanyan’ın kızı olduğundan tehcire tabi tutulmayan eşini buldu ve bu sayede Der Zor’a götürülmekten kurtuldu. 1918’de İstanbul’a yerleşerek eğitim, siyaset ve yayıncılık faaliyetlerine geri döndü. 1915 sonrası Ermeni toplumunun en büyük sorunlarından biri olan yetim çocuklar sorunuyla ilgili olarak Patrik Zaven tarafından oluşturulan heyette görev aldı. 1922’de 200 yetimle Romanya’nın Struga şehrine geçti ve burada oluşturulan yetimhanenin altı yıl boyunca müdürlük görevini üstlendi. Daha sonra Galati ve Bükreş’teki Ermeni okullarında müdürlük ve öğretmenlik yaptı. 1944’te düzenlenen bir törenle öğretmenliğinin kırkıncı yılını kutlayarak emekliye ayrılan Srents, 1955’te 80 yaşında Bükreş’te hayata gözlerini yumdu.

Sarkis Srents’in ölümünden 42 yıl önce henüz 38 yaşındayken ülkesinin geleceğine dair umut taşıyan bir aydın olarak hazırladığı Ermeni Edebiyatı Numuneleri, 99 yıl sonra bir kez daha Türkçe konuşan okurların karşısına çıkıyor. Umarız 2015’e 3 yıl kala kitap, çok farklı koşullar altında da olsa, iki toplumun gerçekten yakınlaşmasına, tam da Srents’in istediği gibi olumlu ve kalıcı bir katkı olarak tarihte hak ettiği yeri alır.

Kitaptan:

Zindanda

Avedis Aharonyan’ın Zindan’da adlı öyküsünden aktardığımız aşağıdaki bölüm, Ermeni Edebiyatı Numuneleri 1913’ün içinde yer alan öykülerin sembolik dilinin en çarpıcı örneklerinden birini oluşturuyor.

Duvarların altında ufak, çok ufak kazıntılar yapmaya çalışıyordu. Ve zincirler şakırdıyor, karanlığın sessizliği bozuluyordu.

Zırıng! Zırıng! Zırıng!

Hapishane müdürü odasına girdiğinde muavin sordu:

“Bu miskin herif geleli çok mu oldu?”

“Üç gün evvel Toprakkale’de avladılar. Kötülerdendir; uyuyamıyor, sanırım altında pek çok şeyler var; yalnız kimse onu tanımıyor. Kimdir, nerelidir, bilen yok.”

“Öyleyse sallanacak.”

“Darağacında mı? İspat edilirse, şüphe yok, ama görseydik ne babayiğit delikanlıdır!”

Sustular. Konu, sohbet için pek uygun değildi. Cinayetlerden uzun bahsedilmez, öyle ya, o an insan kendi sesinden nefret eder.

Zincirlerin yeni bir şakırtısı sessizliği tekrar bozdu.

Hapishane müdürü mırıldandı:

“Sabaha kadar bekle gâvur, bekle...”

Muavin ayağa kalktı. “Hayırlı geceler,” dedi ve dışarı çıktı. Hapishanede tekrar sessizlik hâkim oldu, bu sükût daha uzun müddet zincirlerin dehşetli şakırtısıyla kesilmeye devam etti.

Zırıng! Zırıng! Zırıng!

Sabah oldu, mahpuslara tayın ekmeği verme vakti geldi.

“Seni gidi gâvur! Şimdi ebediyen uyursun,” diye mırıldanan hapishane müdürü, elinde bir kap yemek, mahpusun bulunduğu hücreye yaklaşıyordu.

Kapıyı açtı, içeriye girdi, pis yemeği yere koydu.

Mahpus henüz uyuyordu. Yavaş yavaş yürüyerek dışarıya çıktı.

Kapıyı tekrar kapadı; fakat uzağa gitmedi. Daha doğrusu gidemedi. Belli belirsiz fakat kuvvetli bir his onu bulunduğu yere mıhladı, gözünü kapıdaki ufak deliğe koydu ve öylece kalıp, göz kırpmadan içeriye baktı. Mahpusun yüzü cazibeli ve eşsizdi. Açık, geniş bir alın, fikirleri gibi yüce ve parlak, asabi yüzü, erkeksi bir ihtişamla kabaran göğsüne yayılmış geniş ve sık bir sakalla dolanmıştı. O yüzde öyle bir hal vardı ki, karşısında hapishane müdürü kendisini kahırlı ve güçsüz buluyordu. Kalbinde dini korku gibi bir his uyanıyordu. Bundan evvel kalbinde hiç uyanmamış olan yeni duyguyu kendisinden kovmak, uzaklaştırmak istiyordu. Hayır, hayır, asla ona merhameti yoktu. İşte yavaşça kalkar, yemeğe yaklaşır, bir iki kaşık... Ve zehrin etkisi görülür. Varsın artık uyumasın, elinden gelirse uyumasın! Hapishane müdürü, uyumakta olan delikanlıya bakarken bunları düşünüyordu. Fakat niçin orada, ayakta duruyor, neden sıvışmıyordu? Bunu kendisi de bilmiyor; bunun hakkında düşünmek istemiyordu. Hatta kendisini kurbanının ölüm manzarasından ve onun kıvranmalarından, onun iniltilerinden keyifleneceğine ikna etmeye çalışıyordu. Hapishane müdürü, kendini aldatıyordu.

İşte mahpus kımıldandı, gözlerini ovuşturdu, oturdu. Etrafına bakındı. Acayip bir hal! Hapishane müdürü titremeye başladı, dizlerinin bağları çözülüyordu... Öyleyse cinayetten lezzet alma yiğitliği yalan mıydı? Fakat birçoklarını zehirlemiş değil miydi? Mahpus ayağa kalktı, zincirler o alışıldık şangırtılarını yeniden gösterdiler. Fakat hapishane müdürü artık hiddetlenmiyordu, dehşete kapılmıştı. Neden? İlk defa olarak eliyle birini zehirliyordu, şimdiye kadar yalnızca zehirleme emrini vermişti.

İşte mahpus yemek kabına yaklaştı. Hapishane müdürü bunu da gördü, ayakları titredi; düşmemek için duvara dayandı. Kurbanı sanki hep yaptığı bir şey yapıyormuş gibi tam bir sükûnetle kaşığı ele aldı. Hapishane müdürü artık bakamıyordu, gerilemek istedi; fakat yapamadı. Boğazı kuruyordu... O babayiğit delikanlı kendisine, hapishane müdürüne ne yapmıştı? O güzelim yüz, o ışık saçan gözler, o genç taze hayat, o büyük cinayete, en iğrenç bir usul olan bu zehre neden müstahak bulunuyordu?

Mahpus, hapishane müdürünün başına vuran bu derin çekişmeden ve bunun sebeplerinden haberdar değildi. Kaşığı yemeğe batırdı, ağzına götürmek üzereydi. O anda demir kapı büyük bir gümbürtüyle açıldı. Hapishane müdürü içeriye koşarak onun elini tuttu ve haykırdı:

“Dur... Dur...”

Yüzü dehşetengiz bir hal almıştı. Mahpus, hayretler içinde, adama bakıyordu.

Hapishane müdürü tekrar bağırdı:

“Dur.”

Soluyordu. Nefesi tıkanmış, boğuluyordu.

“Artık dayanamam... Dur, zincirlerini istediğin kadar kımıldat, zincirlerin ebediyen şakırdasın; fakat onu yeme... Artık dayanamam...” Hapishane müdürü kabı ve kaşığı kaptı, hızla kapıyı kapattı ve kaçtı.

Mahpus anladı. Yüzünde, hüzünlü gün batımı ışıltılarını andıran hafif bir gülümseme belirdi. Mutluydu. Taş kemerin altında, demir kapının ardında, paslı zincirlerin içinde muzafferdi.

Süleyman Nazif:

‘Yazdıklarınızı okuyana
kadar Ermeni edebiyatını
bilmezdim’

Serveti Fünun Edebiyatı’nın başlıca temsilcilerinden biri olan Süleyman Nazif, Abdülhamit döneminin önde gelen muhaliflerinden biriydi. 1908’den sonra İttihat ve Terakki Partisi’nin kontrolündeki Hak gazetesinde başyazarlık yapan Süleyman Nazif, 1913 ve 1914’te Musul ve Bağdat valiliklerinde bulunduktan sonra 1915’te devlet memurluğundan istifa ederek kendini edebî çalışmalara verdi. 1927’deki ölümüne kadar muhalif kimliğini koruyan Süleyman Nazif, kardeşi dönemin Kütahya Valisi Faik Ali’nin (Ozansoy)  1915 Tehcir kararnamesini uygulamayı reddetmesinde, ona yazdığı mektuplarla etkili olmasıyla da hatırlanıyor. Süleyman Nazif’in Ermeni Edebiyatı Numuneleri’nde yer alan yazısından aşağıda alıntıladığımız bölüm, dönemin en etkili aydınlarının dahi Ermeni kültür hayatındaki gelişmelerden habersiz olduklarını gösteriyor.

Muhterem vatandaşım,

Bir Osmanlı Türkü ve bu toprağın evladı sıfatıyla yüzüm kızarmadan itiraf edemeyeceğim: Siz, Servet-i Fünun’da Ermeni Edebiyatı’ndan numuneler çevirip yayınlayana kadar, ben, birçok arkadaşım gibi, Ermeni Edebiyatı’ndan habersizdim. Bizimle aynı göğün altında yaşayan ve çalışan bir Ermeni cemaati, hem de gözü açık, hassas ve aydın bir Ermeni cemaati olduğunu biliyorum. Fakat bu ırkın ortak vicdanı, yani edebiyatının biçim ve derecesinden bihaberdim. Siz, bu takdire şayan çalışmanızla bu cehaletimi ortadan kaldırdınız.

Düşüncelerim, bir araya getirdiğiniz bu sayfalar üzerinde takdir ve hayretle dolaştı. İstanbul’un iş hayatına her sene birçok demirden pazılar gönderen diyarların evlatları ve hikâyeleri bu sayfalarda ne kadar canlı görünüyor. Hele kâh tasavvufî kâh âşıkane dile gelen parçalardan bugün tamamıyla olgunlaşmış zengin bir Ermeni Edebiyatı olduğunu anladım. Vatanım adına iftihar ederim.

Abdullah Cevdet:

‘Edebiyatçılar  milletin ruhudur’

Siyasetçi, göz doktoru, şair ve çevirmen olan Abdullah Cevdet, henüz Askeri Tıbbiye’de öğrenciyken katıldığı İttihatçılarla 1908’den sonra ters düştü. Cevdet’in özellikle din ve İslamiyet karşıtı görüşleri İttihatçılarla arasının bozulmasının temel nedeni oldu. Abdullah Cevdet’in Ermeni Edebiyatı Numuneleri için yazdığı yazıdan alıntıladığımız bölümde yer alan ifadeler, adeta 2 yıl sonra, 24 Nisan 1915’te gerçekleşecek tutuklamaların ne anlama geldiğini ifade ediyor.

Ermeni Edebiyatı Numuneleri, Ermeni vatandaşlarımızın ruhunu bize daha çok anlatacak ve daha çok sevdirecektir. Ermeni vatandaşlarımızın ruhunu dedim, evet, edebiyatçılar, şairler bir milletin ruhudurlar, bir milletten bunlar çıkarıldıktan sonra o millette ne kalır? His ve ileti niteliğini çıkarırsanız insanda etten başka ne kalır? Güneş doğadan yok edilirse evrende ne kalır?

Gençlerimiz ve özellikle genç edebiyatçılarımız bu sayfaları gururlarına, kibirlerine kapılmadan okuyup incelesinler. Yaşayacağına imanı olan milletlerin edebiyat ve şiirden yana gençliğini ve dinçliğini görsünler. Büyük olmak istiyor muyuz? Büyük olmadığımızı anlayıp bunu kendimize itiraf edelim. Büyük olmaya doğru atılacak ilk adım budur. 

Şahabbettin Süleyman:

‘Ermenilerle Türkler birbirini çok severler’

Sanat birey içindir anlayışını savunan Fecr-i Ati topluluğunun kurucularından Şahabettin Süleyman, İstanbul’daki Mülkiye Mektebi’ni bitirdikten sonra bir yandan Fransızca öğretmenliği yaparken öte yandan birçok dergi ve gazetede yazarlığa devam etti. Önceleri İttihat ve Terakki sempatizanı olan Şahabettin Süleyman, yakın arkadaşı olan gazeteci yazar Ahmed Samim’in İttihatçılar tarafından öldürülmesinin ardından bu partiye tavır alarak Osmanlı Demokrat Fırkası’na katıldı. Süleyman’ın aşağıda yer alan ifadeleri 1915 öncesi gündelik hayatta Türk-Ermeni ilişkileri açısından ilginç ipuçları sunuyor.

Srents Efendi, azizim, Ermeni Edebiyatı’yla birbirine aslardan beri pek yakın, maalesef kederli olaylarla bir an –dikkat ediniz, bir an diyorum– ayrılan, fakat yine birleşen iki Osmanlı halkını yeniden pek ziyade yaklaştırdınız. Bunu bir vatan vazifesi olarak görüyorum. Ermenilerle Türkler birbirlerini çok severler. Ben daima gerçeği söylerim: Bir Arap’la dindaş olduğum halde, pek güçlükle kaynaşabiliyorken sizlerden biriyle çok kolay birleşebiliyor, çok kolay yakınlık kurabiliyorum… Çünkü aramızda alışkanlıklar, ihtiyaçlar, hatta hayatı algılama tarzı, özellikle dil –çünkü siz hepiniz bizim dilimizi bilirsiniz– itibariyle birçok benzerlik ve yakınlık vardır… İşte siz Ermeni Edebiyatı’yla bu sebeplere bir tanesini daha eklemiş oldunuz.ş

Harutyun Şahrigyan:

‘Osmanlı Türklerinde milli hisler oluşmamıştır’

Şebinkarahisar’da doğan Şahrigyan, Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra Ermeni okullarında öğretmenlik yaptı. 1890’larda Hayrenik gazetesinde çalışan Şahrigyan, 1895 katliamlarında Trabzon’da 13 ay tutuklu kaldıktan sonra yabancı ülke konsoloslarının müdahalesiyle serbest kaldı. Daha sonra Tiflis’e geçen Şahrigyan, 1908’den sonra İstanbul’a geldi. Ermeni Milli Meclisi üyeliği yapan Şahrigyan, İttihatçıların Şura-yı Devlet üyeliği teklifini reddetti. Taşnaksutyun’un önde gelen isimlerinden olan Şahrigyan, partinin yayın organı Azadamard’da yazdığı yazılarla adından söz ettirdi. 24 Nisan 1915’te katledilen aydınlardan biri olan Şahrigyan’ın aşağıda alıntıladığımız ifadeleri o dönemde özellikle millet ve milliyetçilik etrafında dönen tartışmalarla ilgili olarak bugünden bakıldığında oldukça çarpıcı tespitler içeriyor.

Şüphe yoktur ki, Türklerle Ermenilerin alışkanlıkları, ihtiyaçları ve hayat tarzlarında benzerlikler, yakınlıklar ve özellikle toplumsal, siyasal meselelerde ortak çıkarlarımız vardır. Ve yine şüphe yoktur ki, Türk ve Ermeni karşılıklı olarak birbiriyle çok kolay kaynaşır. Fakat ne çare ki, yüzyıllardan beri, ne birbirimize yaklaşmış ne de birbirimizden ayrılmışız. Diğer yönlerden ayrı düşebileceğimiz sebep ve olaylar çoktur. Türkler kendi taraflarından henüz bizi kendilerine bağlayacak bir etki ortaya koyamadılar. Geçmişin ve bugünün her iki taraf arasında vicdani olarak tesis ettiği bütün bağlar şahsi olup milli vicdandan kaynaklanmış değildir. Zaten Osmanlı Türklerinde milli hisler oluşmamıştır. Ve bütün bu arızalar bu hissin yokluğundandır. İlim ve ilerlemenin sermayesi olan bu kutsal milli duygu Türklerde, Türk aydınında yeni oluşmaya başlıyor. İstisnalar görmezden gelindiğinde birçokları tarafından milliyet fikri henüz eski illetlerden tam olarak ayrılamamış ve onun o kutsal manasına henüz ulaşılamamıştır. Türkiye’ye karşı yerine getirmeye mecburiyet hissettiğimiz vazifelerimizden birisi de bu kutsallığın temiz ve arı bir biçimde yerleştirilmesidir.

Kategoriler

Kültür Sanat Edebiyat