Ege’nin suları çekildiğinde

MURAT CANKARA 

Epeydir gündemimizden çıkmış bir konuydu. Gerçi son yirmi yılda, “Aslında biz Giritliyiz”, “Babaanne tarafım Gürcü”, “Yav, hangimiz Türk’e benziyoruz ki” repliklerini tekrarlayarak köpürtürken uyanmalı; yüz yıl önce, dünyanın haritacıların iştahını en çok kabartan bölgesinde, insanların daimi bir hicret halinde yaşadıklarını; bugün kim ve nerede idüğümüzün göçlerle şekillendiğini idrak etmeliydik. Kısmet bugüneymiş. Bir zamanlar, ülkenin bir kısmı irticayla yatıp kalkar, mürteciden korkardı. Şimdilerde bir  yandan o kısım haritada kendilerine iltica-friendly ülke ararken bir yandan da ülkenin tamamı mülteciler konusunda karmakarışık hisler içinde. Eh, yakışır. Burası Türkiye. İroni bizim işimiz. 

Göç özel sayılarını, dosyalarını, panellerini ve daha bir sürüsünü bir kenara koyalım; bunlar güzel. Bense, doğrudan göç konusunu ele almayan, üstelik Türkçe baskıları geçtiğimiz iki ay içerisinde yapılmakla birlikte aslında yıllar önce yazılmış, bu da yetmiyormuş gibi tüm türler içerisinde belki de en az ve zor okunanı olan tiyatro oyunlarından bir iki örneğe bakmak istiyorum. 

Alain Badiou’nun ‘Filozof Ahmed’i

‘Filozof Ahmed: Çocuklar ve Diğerleri için Otuz Dört Kısa Oyun’, Fransız filozof Alain Badiou’nun (d. 1937), lise yıllarında rol aldığı ve kendisini çok etkileyen Molière’in ‘Scapin’in Dolapları’ oyunundan esinlenerek yazdığı ‘Ahmed Dörtlemesi’nin ikinci oyunu. Badiou, dörtleme için kaleme aldığı ve Türkçe çeviriye de eklenen önsözünde, oyunu yazdığı 1984 yılı için şunları söylüyor:

“1984 yazına, resmî söylemde ‘mülteciler’ olarak adlandırılan fakat aslında şehirlerimizde yaşayan emekçilere karşı alınan katı tedbirler ve ağır vergi yükümlülükleri damga vurmuştu. Perdelerin ardında pusuya yatmış aşağılık katiller, gürültü yaptıkları bahanesiyle genç Arapları öldürmüş, polisler banliyödeki birkaç gürültücü serserinin üzerine sorgusuz sualsiz şarjör boşaltmış, hükümet ise, aşırı titiz, bezdirici yöntemlerle, nereli olursa olsun her emekçinin sahip olduğu en temel insanlık hakkını, yani ailesini, yaşadığı ve çalıştığı yerde ikame ettirme hakkını sınırlandırmaya, daha doğrusu engellemeye çalışma yolunu seçmişti.”

İşte bu ortamda, “elinde sopasıyla, entrikaların efendisi, dil üstadı”; “gücünü dilinden, üçkâğıtlarından ve zekânın üstünlüğünü ortaya koyan somut eylemlerden alan”; ‘aşağıdaki’ insanların intikamını sahnede alan oyun kişilerinin mirasçısı Cezayirli Ahmed’in başrolde olduğu kısa felsefî (başlıklardan bazıları şunlar: ‘Hiç’, ‘Olay’, ‘Dil’, ‘Yer’, ‘Sebep ve Sonuç’) farslar kurguluyor Badiou: “Eğer bir Alman olsaydım, Ahmed şüphesiz bir Türk olurdu, […] İngiliz olsaydım, Pakistanlı, ABD vatandaşı olsaydım Meksikalı olurdu”. (Badiou Türk olsaydı Ahmed Suriyeli –ya da “iç göçü” de sayarsak, Kürt; tercihen inşaat işçisi– olur muydu acep?) Tıpkı Latin komedilerindeki becerikli köleler ya da Molière’in iş bitirici ve her durumdan kolayca sıyrılabilen –ki adını bu özelliğinden almıştır– düzenbaz Scapin’i gibi, Ahmed de, önüne çıkan farklı kurum ve söylem temsilcilerini (faşist, komünist, muhafazakâr, sendikacı, kanaat önderi, milletvekili; onun için fark etmiyor), ama farsa da pek uygun bir ortamda ve dille (‘aldatma, kılık değiştirme, sopalama, kovalamaca’ ve ‘işemek, osurmak, öpmek, burnunu karıştırmak’ gibi doğal eylemlerle bezenmiş bir dünyada varlık felsefesi tartışmaktan söz ediyorum) hırpalıyor. Böylece Avrupa’nın mülteci karşıtı söyleminin ve özcülüğün sopayla dekonstrüksüyonu yapılmış oluyor. Kendisine, “Sen diye bi şey yok ki. Siz diye bir şey var. Sen o size dâhilsin. Siz, sen dâhil, alayınız, bok varmış gibi kalktınız geldiniz buraya. Afrika’dan gelip, Ortadoğu’dan gelip serdiniz postu. Sizin yüzünüzden sosyal sigortada üç kuruş para kalmadı, memleket işsiz kaynıyor, iş de kalmadı yapacak, çöpçü olayım desen o bile yok. Öcü gibi bir tanrıya inanıyorsunuz,” diyen Moustache’a “Ağır gel bakalım dombili,” diyor Ahmed. Sebep-sonuç ilişkisi üzerine bir oyunda, kendisinin Fransa’ya bir “nedenle” (savaş, daha iyi bir yaşam arzusu; kim bilir) göç ettiğini, oysa orada doğup büyüyen beyaz Moustache’ın oradalığının bir sebebi olmadığını, dolayısıyla onun canını sıkan şeyin, bir sebebin sonucu olan mülteciler değil, sebepsiz bir sonuç olan kendisi olduğunu söyleyerek ona külahı ters giydiriyor.    

Ahmed’in sopa attığı söylemi Badiou’ya atfedip onu İslamofobik olmakla suçlayarak yerden yere vuracak Türk filozoflarına ya da hem otuz yıl önce yazılmış bu oyunların yazarı hem de bugünkü yayıncısı hakkında suç duyurusunda bulunacak savcılara şimdiden selam olsun. Bu arada biz de, Latin komedyasının iki bânisinden biri olan Publius Terentius Afer’in (Anglo-Sakson dünyada bilinen adıyla Terence’in) Kuzey Afrikalı bir köle olduğunu ve ikinci yüzyılın sonlarına doğru getirildiği Roma’da Yunan komedyalarını adapte ederek, Plautus’la birlikte, etkisi yüzyıllarca sürecek yeni bir komedya yarattığını; ve aslında, ulusal kültürlerin vazgeçilmezi sayılan pek çok şeyin göçmenler, göçmek zorunda bırakılanlar tarafından üretildiğini hatırlayarak mevzumuzu bağlamış olalım.

Edward Bond’un ‘Sandalye Oyunları’

‘Sandalye Oyunları’ ise ünlü İngiliz oyun yazarı Edward Bond’un (d. 1934) üç kısa oyununu (‘Alt Oda’, ‘Sandalye’, ‘Hiçbir Şeyim Yok’) bir araya getiriyor. Bond’un başyapıtı sayılan ve adından da anlaşılacağı üzere Shakespeare’in meşhur tragedyasının bir tür yeniden yazımı olan ‘Lear’, daha önce (‘Filozof Ahmed’in çevirmeni Ayberk Erkay tarafından) Türkçeye çevrilmişti. Oyunlarındaki şiddet dolu içerik nedeniyle epey bir tartışmaya konu olan Bond, o çevirinin başına eklenen önsözünde, bu tutumunu şöyle açıklıyor:

“Jane Austen’ın ahlakı kaleme aldığı doğallıkla ben de şiddeti kaleme alıyorum. Şiddet toplumumuza şekil veriyor, toplumumuzu pençesinde tutuyor; şiddet kullanmayı bırakmadığımız takdirde geleceğimizi kaybedeceğiz. Yazarların şiddet hakkında yazmalarını istemeyen insanlar, onların bizler hakkında ve zamanımız hakkında yazmalarını istememektedirler. Şiddet hakkında yazmamak bugün ahlaksızlıktır.”

‘Sandalye Oyunları’ 1990’lı yılların sonundan itibaren yazılmış ve ilk kez 2000’li yıllarda sahnelenmiş bu oyunların üçü de 2077 yılında geçiyor. Bireysel ve toplumsal hafızanın yitirildiği (günümüz Türkiyesindeki gibi değil; gerçekten yitirildiği, hatta ‘silindiği’), iktidarın (oyunlardaki adıyla, ‘otorite’) insanların üzerine kâbus gibi çöktüğü, ‘devletin Tanrı olduğu’, distopyalara âşina olanlara (haydi ‘Walking Dead’ ve ‘Black Mirror’ izleyicilerini de bunlara katalım) tanıdık gelecek imgelerle örülü karamsar oyunlar bunlar. Badio’nun oyunlarında elinde sopasıyla ezilenlerin yüreğindeki yağları eriten Ahmed’in aksine, Bond’un oyunlarında sopa, gerçekte olduğu gibi, otoritenin elinde. Sokakların asker/polis dışındaki insanlar için ölüm anlamına geldiği, gündelik yaşamın standartlaştığı ve içe kapandığı (bırakın yabancıyı, kapının çalması bile müthiş bir tedirginlik kaynağı), otorite ve onun temsilcisi askeri mahkemeler tarafından bakıldığında suçun sınırlarının korkutucu derecede genişlediği (örneğin, bomboş bir sokaktaki otobüs durağında saatlerce sebepsiz yere bekleyen bir asker ve yanındaki yaşlı ‘suçlu’ya sandalye vermek), şehirlerin kuşatılıp karartıldığı, denizlerin çekildiği, suyun tükenmeye yüz tuttuğu, ekmek dağıtım noktalarının kurulduğu, intihar salgınlarının ve toplu mezarların görüldüğü, insani duygu ve ilişkilerin ortadan kalktığı, insanların bir yandan sürekli göç ederken bir yandan da seyahat belgesi olmadan şehir içinde bile bir yerden bir yere gidemediği bir dünya bu. Örneğin ‘Alt Oda’ oyunu, böyle bir dünyada, insanın tüylerini diken diken edecek kadar travmatik bir şiddetten kaçarak bir evin mahzenine sığınan bir mülteci, sığındığı evin ‘beyaz’ sahibi, mültecilerin peşindeki amanvermez otorite ve bu otoriteyle arasındaki ilişkiyi bir türlü kestiremediğimiz bir insan kaçakçısı üzerine kurulmuş.

Oyun okumak tuhaf iş. Sever misiniz, bilmem. Ama bu metinler, her ne kadar farklı sebeplere binaen okunmaları kolay olmasa da, kışkırtıcı. Sırf önsözleri bile okunabilir. Üstelik bunlar, yatıp kalkıp üzerine düşünmemiz gereken bir konuyu, hem de temelde çok farklı teknikler kullanarak, kurcalıyorlar. Ayberk Erkay’ın çeviri faaliyetlerini takip etmekte de fayda var. Zor metinler seçiyor ama Badiou’nun ne dediğinden ziyade çevirmenin ne demek istediğini düşünmek zorunda kalmıyorsunuz.

Batı her neyse ve neresiyse, mültecilere karşı iki yüzlü; buna şüphe yok. Bizim bırakın ikiyi bir tane yüzümüz var mı, orası şüpheli. Devletimizin her daim yanındaki esnafımız, sanırım daha kolay batmaları için, göçmenlere sattıkları can yeleklerinin içine sünger doldurdular ve ülkemiz hâlâ tüm haşmetiyle yerinde duruyor. Ha, neden her gün yüzlerce insan, öleceklerini bile bile, dindaşlarının ülkesinden Hristiyan Avrupa’ya kaçıyorlar, orası da meçhul. “Birçok gidenin her biri memnun [olmalı] ki yerinden, dönen yok seferinden.” Belli mi olur, bir gün Ege’nin suları çekilirse anlayıveririz.

Uzun lafın kısası, ne Badiou bir Alev Alatlı ne de Bond bir İskender Pala. Ama yine de bir bakmak gerek sanki. Belki feyz alırız. 

Filozof Ahmed
Alain Badiou
Çeviri: Ayberk Erkay
Pharmakon Kitap
240 sayfa.

Sandalye Oyunları
Edward Bond
Çeviri: Senem Cevher
Mitos Boyut Yayınları
144 sayfa.