OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Gayrimüslim yoksa Kürt var

Bu hafta, hemen hemen 200 yıl evvelki Osmanlı siyasetine dair bir analizle başlamak istiyorum: “… Sultan II. Mahmud ve onunla ittifak eden devlet ricali, Mora ile Eflak ve Boğdan’da 1821’de başlayıp Avrupa siyasetinin bir meselesi haline gelen Rum ayaklanması ve bu ayaklanmanın bastırılmasında mühim bir rol oynayan Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa’nın talepleri karşısında kritik bir karar aşamasına gelmiştir. Ya mevcut halden Avrupalı büyük güçler ve Osmanlı siyasetinin yerli aktörleriyle yeni bir pazarlık ve uzlaşmaya giderek çıkılacak ya da dışarıda ve içeride savaşı göze almak pahasına yaratılacak bir “acil hal” ikliminde kurulacak olağanüstü bir idareyle İstanbul’daki siyasi elitin İstanbul ve eyaletler üzerindeki hakimiyetini yeniden tesis edecek bir politik restorasyon hareketine kalkışacaktır. İlkinin karşılığı, XVIII. yüzyılın son çeyreğinde ABD ve Fransa’da siyasi krizlerden çıkmak üzere ilan edilen cumhuriyetlerde olduğu gibi siyaseti demokratikleştirmek ve bir cumhuriyet olmasa bile konfederatif bir yapıya ya da en azından meşruti bir monarşiye doğru gidecek kapıyı açmaktır. İkinci alternatif ise, ki II. Mahmud ve müşavirlerinin tercih ettiği budur, kadim siyasi ve askeri teşkilata müdahalede bulunarak batan gemiyi kurtarmaya çağrılan din bürokrasinin de ideolojik desteğiyle rejimi daha otoriter ve merkeziyetçi hale getirmektir. Başta Ocak [Yeniçeri Ocağı kastediliyor-O.K.] ve Bektaşi tarikatı olmak üzere ayanlardan sonra arda kalan diğer siyasi, iktisadi, fikri muhalefet odaklarının ortadan kaldırılması, bu ikinci alternatifin içerdiği tasfiye paketidir. […] Gayrimüslimler ise ordudan olduğu kadar Osmanlı siyaset arenasından uzak tutulmaya devam edildi. Osmanlı bürokratları böylelikle, dini kimliklerini öne çıkararak ‘içeride’ ve ‘dışarıda’ki ‘din ve devlet düşmanları’na karşı teb’asının bir kesiminin ‘savunuculuğu’na soyunup onlarla "ittihad"a yanaşırken, XIX. yüzyılın geri kalanında siyasi eşitlik talepleri artan gayrimüslim nüfus içindeki farklı grupların kendilerinden uzaklaşmasının bir bakıma önünü açmış oluyorlardı.

Gültekin Yıldız’ın, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılıp yerine Asakir-i Mansure adlı yeni orduya geçişi anlattığı ‘Neferin Adı Yok’ adlı kitabındaki (vurgular bana ait) bu satırlar, bana Türkiye’nin bugün benzer bir yol ayrımında olduğunu düşündürdü. Söylemeye çalıştığım, basit bir “Tarih tekerrürden ibarettir” lafı değil. Olayların ayrıntılarına ne kadar çok inerseniz tarih o kadar tekerrür etmez, ne kadar genel bakarsanız o kadar tekerrür eder. Kaldı ki, tarihin tekerrür edip etmediği sorusu kendi başına anlamlı bir soru değildir. Amaç, tarihin tekerrür edip etmediğini ispatlamak da değildir. Asıl önemli olan, tarihsel olay ve analizlerin bugünün olaylarına bakarken ufkumuzu genişletip genişletmediği, onları bağlamına yerleştirmeye, sorunların çözümü üzerine fikir jimnastiği yapmamıza yardımcı olup olmadığıdır. (Tabii bir de, etkileri hâlâ devam eden tarihi olaylar vardır ki, onları ayrıca değerlendirmek lazım; hatta onların ne ölçüde ‘tarih’ olduğu bile tartışılabilir.) Velhasıl, yukarıdaki alıntı da bana bu amaçlara hizmet edebilir gibi geldi.

Peki, nedir sözünü ettiğimiz benzerlik? Aslında burada anlatılan, şu son 200 yıl boyunca genel manada tekrarlanan bir durum. Bu devlet geleneği içte veya dışta ne zaman siyasi krizlerle karşılaşsa, sorunu uzlaşma ve demokratikleşme yerine otoriterleşme, merkeziyetçiliği koruma ve güçlendirme yoluyla çözmeye çalıştı. Kendisinin ve rakiplerinin gücünü, imkânlarını doğru hesap edebilse, olayların yönünü anlayabilse, tuttuğu yolda başarılı da olabilirdi veya en azından o yolu tutmazdı. Fakat, güç politikası uzun vadede bakılınca hep kaybettirdi. Yıldız’ın bahsettiği dönem için konuşacak olursak, 1839 Tanzimat Fermanı onun bahsettiği türden bir uzlaşma çabası olarak görülse bile, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından (1826) o âna gelene dek Osmanlı Rusya’ya bir (kere daha), Mehmet Ali Paşa kuvvetlerine iki kere yenildi, Yunanistan bağımsız bir devlet oldu, yani Osmanlı biraz daha küçüldü. Bu yolun yerine, Yıldız’ın dediği gibi bir cumhuriyetin veya en azından meşruti monarşinin temelleri 1820’ler gibi erken bir tarihte atılsaydı ne olurdu, kesinkes söylemek mümkün değil, çünkü o ihtimal evrenin kozmik düzeninde sonsuza dek kayboldu gitti. Fakat, izlenen yolun kısa ve uzun vadede pek yararlı olduğu söylenemez. Bugün için asıl önemli ve bence vahim olan odur ki, devlet yönetiminde bulunanlar benzer yol ve yordamları tercih ediyor gibiler. Sıkıştıran iç ve dış sorunlar karşısında ‘devletin bekası, vatanın bütünlüğü’ söylemiyle yine bir ‘acil hal’ tanımlanıyor, muhalefet odakları tasfiye edilmeye çalışılıyor ve bunları yaparken yine dinin meşrulaştırıcı ideolojik kuvvetinden yararlanılmak isteniyor. Belki de en önemlisi, devlet, ‘tebaa’sının bir kesiminin temsilciliğini ve savunuculuğunu yapmaya, sadece onlarla ‘ittihat’ etmeye devam ediyor. Bugün gayrimüslim yok da, onun yerinde Kürt var, Alevi var. Osmanlı’nın o politik tercihleri nasıl gayrimüslimleri uzaklaştırdıysa, Türkiye’yi yönetenlerin mevcut politikaları da Alevileri, Kürtleri sembolik ve siyasi düzeyde uzaklaştırıyor. Sonuçta ne olacağını hep beraber yaşayıp göreceğiz ama şu yaşadığımız da hiç güzel değil zaten.