OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Naiflikte ısrar etmeli

Savaşın ne kadar kötü bir hal olduğunu uzun uzun anlatmaya gerek yok. Ama savaş bile, kuralsız, ahlaksız yapılınca kötünün ötesine geçiyor. İnsanlık bunu birçok kereler acı biçimde tecrübe ettiği için savaş hukuku denen bir şey icat etti ve umulur ki uygulayabilsin. Bu hukukta suç olarak tanımlansın veya tanımlanmasın, savaşta dahi herkes tarafından gözetilmesi gereken davranış biçimleri vardır ve olmalıdır. Kazanmak, avantaj elde etmek uğruna bunları çiğnemek, çiğneyenlere ‘sahada’ kısa vadeli yararlar getirebilir belki ama, ahlaken kabul edilemez olması bir yana, uzun vadede herkesin zararına olduğunu anlamak lazım, zira bir gün herkes kuralsızlığın kurbanı olabilir. Misal, ‘güçlü devlet’ sınıfında olan ama görünen o ki sahada savaş hukukunu ihlal eden eylemlerde bulunan Rusya’nın bir pilotu da, bu biraz tuhaf ve rahatsız edici bir ifade olacak belki ama, paraşütle havadayken ‘gayrimeşru’ biçimde öldürüldü. Demek ki ‘güçlü’ de, zayıf kadar olmasa da, savaşta dahi birtakım norm ve kuralların korumasına ihtiyaç duyabilir. Ayrıca bu tür eylemler, biraz safça olacak ama, insanlığın doğru biçimde var olmasına dair inancı ve birlikte yaşam umudunu köreltiyor. Herkesin ‘kötü’ olduğu yerde kime taraf olunur, kime umut bağlanır ki? 

Savaşta dahi kabul edilemeyecek işleri burada teker teker ele almamız tabii ki mümkün değil ama belki içinde bulunduğumuz yakın coğrafyada herkesin öğrenmesi gereken ilk şey, cansız bedenleri rahat bırakmak. Yaşarken kim olurlarsa olsunlar, onlar artık bu âlemden çekilmiştir. Ölü bedenler üzerindeki intikam veya gözdağı amaçlı hırs dolu eylemler, kim yaparsa yapsın, sadece vahşettir. Çocukluğunda veya ergenliğinde çizgi roman okumuş olanlar bilir; iyi kahramanlar, çatıştıkları ve öldürdükleri hasımlarının bedenlerini, kendilerine zaman kaybettirecek bile olsa gömmeden olay yerinden ayrılmazlar. Her zaman buna itiraz eden biri çıkar ama ‘iyiler’, bu itiraza rağmen, cansız bedenlere eziyet etmek bir yana, onları ‘kurda kuşa yem olmaları’ için ortada dahi bırakmazlar. Bunun bir hikmeti vardır, naiflik olarak görüp küçümsememek gerekir. Belki bunlar, hepimizin ortak kökenine dair birer hatırlayıştır.

Ne olursa, ama ne olursa olsun çocukları sakınmak, savaşlarda belki yukarıdakinden de önemli bir hassasiyet olmalıdır. Savaşın olduğu yerde çocukların doğrudan ya da dolaylı herhangi bir zarar görmeden çıkmasının mümkün olmadığının; ayrıca çocukluktan ne zaman çıkıldığı, ‘masumiyet’in ne zaman kaybedildiği gibi ontolojik soruların karmaşıklığının farkındayım. ‘Sineklerin Tanrısı’nı unutmadığım için çocukluğa da her koşulda mutlak iyilik vehmetmiyorum. Fakat şuna inanıyorum ki, büyükler rahat bıraktığı sürece çocuklar sadece çocuktur, hiçbir millete mensup değildir, ki işte asıl saflık budur. Milliyetçilikler buna tahammül edemedikleri için çocukları da mümkün olduğu kadar erken kendi etki alanlarına çekmek, bir an evvel onları milletin bir mensubu yapmak isterler ve ‘kirlenir dünya’ böyle böyle. Düşünsenize, iki-üç senedir ne kadar çok ölü ve örselenmiş çocuk bedeni doldu odalarımıza her bir yandan. (Ve bu gözler, Aylan için “İlk önce çok üzüldüm ama Kürt olduğunu duyunca sevindim” diyen cümleler okudu.) Onlardan sonra, biz kelimenin her anlamıyla iyi miyiz şimdi? Evet, ölü bir beden görüntüsü her zaman kötüdür ama kim bu görüntü bir çocuğa ait olunca daha acı ve ağır bir yük olmadığını söyleyebilir? Bilmiyorum, aksini ben düşünemiyorum.

Hastaneleri, yaralıları ve sağlık çalışanlarını kasten hedef yapmamak bir yana, gözetmek de benim safça söyleyeceğim bir başka ilkedir. Eğer bir doktordan her şart altında kendi yeminine sadık kalmasını bekliyorsak, ki beklemeliyiz, onu sakınmak zorundayız. Savaş alanında bir doktoru öldüren, onunla birlikte kimi hatta kimleri öldürdüğünü hiçbir zaman bilemez, bu kendisi bile olabilir.

Bunları gözetmeyen hiçbir taraf benim nezdimde hiçbir savaşın kazananı olamaz. Onun zaferi cehennem ateşine sadece bir odun daha atar, o kadar.

Demokratlık, mutlak pasifizm veya mutlak savaş karşıtlığı manasına gelmez ama tabiri caizse bir paket düşünce ve yaklaşımdır; barış zamanında olduğu gibi savaş zamanında da uyulması gereken kurallar olduğuna inanır. O kurallara savaş zamanında da uymayanların demokratlık, insan haklarına saygı iddiaları inandırıcı olamaz. Barışta demokrat, savaşta Machiavelli olunmaz. Herkesin bu kuralları ihlal ettiği bir savaşta, kazansanız da kaybedersiniz.

Bu yazı bazılarına aptallık derecesinde idealist ve saf görünebilir, okurken gülenler olmuştur belki. Peki, naiflikse naifim ve herkesi de naiflik yolunda kararlı ve tavizsiz olmaya çağırıyorum. “Savaştır, olur böyle şeyler” demeyelim.

Ahmet Hakan’dan ne zaman ‘nem kaptım’?

Ahmetlerin Altan olanıyla Hakan olanı arasındaki, atışma boyutlarını aşan polemiği takip ediyorsunuzdur. Buna taraf olacak veya kim haklı değerlendirmesine girecek değilim tabii ki ama şahsen Ahmet Hakan’ın en azından bazı programları sipariş üzerine, bir nevi ‘halkla ilişkiler’ kabilinden yaptığına ne zaman kanaat getirdiğimi hatırlatmak istedim. “Hatırlatmak” dedim, çünkü o zaman da böyle bir not düşmüştüm. Ahmet Hakan, 1 Nisan 2015 tarihli Tarafsız Bölge programına, darbe davalarında sanık durumunda olan ve kimi meşhur plan seminerlerinde hazır bulunan askerleri çıkardı ve onların o seminler hakkında söylediklerini sorgusuz sualsiz kabul etti! Örneğin, askerler o seminerlerde olası bir sıkıyönetim ilanında yapılacakların konuşulduğunu söylediler ama ses kayıtlarında, konuştuklarının mevcut yasalar çerçevesinde yapılamayacağını düpedüz ‘itiraf’ ediyorlar. Ayrıca, 12 Eylül darbesinden “Ah, o imkânlar bizde olsa” havasında bahsediyorlar. Şimdi, bir gazeteci bunu ve kayıtlarda bulunan daha birçok başka konuyu neden muhataplarına sormaz? Birinci şık, onları oraya çıkarmadan plan seminerleri kayıtlarını dinlememiş olmasıdır (internette bulunabiliyor) ki bu, gazetecilik adına hatadan öte bir şeydir. İkinci seçenek, kendisine o konukları çağırması ama o konulara girmemesi ‘telkin’ edilmiş olabilir veya duruma göre telkine gerek bile kalmamış olabilir. Benim kanaatim ikincinin olduğu yönünde ki bu da Hakan’ın bazı programlarının sipariş olduğuna dair emaredir. Tartışılır ya, hadi diyelim ki bu kayıtlar yasadışı yoldan elde edilmişse, mahkemede delil teşkil etmez, dolayısıyla mahkûmiyete zemin oluşturmaz. Peki ama, bir gazeteci bu kayıtları neden göz ardı eder, kamuoyunun dikkatinden kaçırır?