OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Devletin gölgesidir üzerinize vuran

Bu topraklarda siyaset ve toplum düşüncesi, daha doğrusu teorisi zayıftır. Ta Genç Osmanlılar’dan itibaren, 20. yüzyıl boyunca düşünce insanı olarak ortaya çıkan belli başlı isimler, istisnalar varsa da, genellikle yüzeysellikten, düşüncelerde sistematiklik eksikliğinden, tezatlardan muzdariptir. Memlekette sosyolojinin kurucusu olarak geçen Ziya Gökalp’in formel eğitimi baytarlıktır; gerisini siz anlayın. 

Buralarda teorinizin ne olacağını, siyasi amaçlarınız ve ihtiyaçlarınız belirler. İlkeler, normlar değil, pragmatizm belirleyicidir, baskındır. Buralarda maksat, ‘doğru’ fikri değil size faydalı fikri arayıp bulmaktır. Bunun çok güzel bir örneği olarak, Talat’ın Gökalp’e, “Bize bir ideoloji lazım, onu da sen yapıver” dediği rivayet edilir. O da işini yapmış, Durkheim’ın tanımlayıcı (descriptive) düzeyde yaptığı tespitleri, kullandığı kavramları apartıp, belirleyici (normative) düzeye çekerek kullanmıştır. Yani, Durkheim’ın “Böyle olur” dediklerini, “Böyle olmalıdır” şekline dönüştürmüştür ve onun bu yaklaşımı, Cumhuriyet’in kurucu elitleri tarafından tepe tepe kullanılmıştır.

Pragmatizm, Türk sağının alametifarikalarından biridir ama Türkiye’de kendini sol olarak tanımlayanlar da kesinlikle bundan azade değildir. Örneğin, 1960’larda solun kendi içinde yaptığı ‘ateşli’ Asya Tipi Üretim Tarzı (ATÜT) tartışmalarını ele alalım. Ayrıntıları yazıyı çok uzatacağından girmeyelim ama Marx’ın el yazmalarından çıkmış, yani tam manasıyla geliştiremediği ve Batı dışı toplumların üretim biçiminde devletin merkezî konumunu açıklamak için kullandığı bir kavram, 1960’larda Türkiye solu içinde neden bu kadar ateşli tartışmalara sebep olmuştur sorusunu soralım. Türkiye’yi bilmeyen biri, Türkiyeli Marksistlerin ‘teori ateşiyle’ yanıp tutuştuğunu, dertlerinin Marksist teoriyi ileri taşımak olduğunu zannedebilir. Halbuki esas mesele, gelmekte olduğu düşünülen askerî darbede ordunun yanında olunacak mı, olunmayacak mı sorusudur. Osmanlı’yı feodal bir düzen olarak yorumlayanlar (Doğan Avcığolu ve Yön-Devrim çizgisi) orduya ‘ilerici’ bir vasıf atfederek onunla işbirliğini savunurken, ATÜT olduğunu iddia edenler (TİP) bürokrasiyi ‘gerici’ kabul ederek, hiçbir unsuruyla işbirliği yapılmaması gerektiğini savunurlar.

İçinde bulunulan şartlardan bağımsız teorik bir tartışma yapılamayacağı, yapılsa da anlamlı olmayacağı söylenebilir ama esas sorun, önce siyasi pozisyonunuzu, amacınızı belirleyip ondan sonra dönüp tarihi ve teoriyi buna göre yorumlamaya kalktığınızda ortaya çıkıyor.

Osmanlı-Türkiye siyasi ve toplumsal düşüncesinde üstünde yeterince durulmayan ama aslında son derece önemli olan sorulardan biri de, devletin/iktidarın meşruiyetinin kaynağıdır. “Devlet ne hakla yönetir, devletin meşruiyeti ne zaman biter?”, “Devletin egemenliğinin kaynağı nedir?”, “Devlet kimindir, kim adına yönetir?” gibi soruların yeterince üzerinde durulduğunu söylemek zordur. Burada devletin iktidarı verili kabul edilir; iktidarın nasıl oluştuğu, hangi yöntemlerle iktidar olduğu pek sorgulanmaz. Adaletle yönettiği sürece, onun ötesinde bir sorgulama yapılmaz (ki pratikte artık o da kalmadı). Adalet şüphesiz çok önemlidir, ihmal edilemez ama devletin idaresi altındaki kitleyle olan ilişkilerine sadece bu pencereden bakmak yetersizdir.

Yukarıdaki soruları sorabilmek, ‘devlet’ kavramına ve teşkilatına belli ölçüde mesafelenmeyi, eleştirel bakabilmeyi gerektirir. Halbuki, gene ister sağ olsun, ister sol, Osmanlı-Türkiye aydını değişen ölçülerde de olsa devletçi ve milliyetçidir yani Türkçüdür. Osmanlı-Türk aydını devlete ya ‘kendine ait’ ya da onun rehberliğine ihtiyaç duyan bir ‘şey’ olarak bakmıştır. (Gerçi bu aşk platoniktir.) Amaç devleti kurtarmak veya yüceltmek olunca, fikirsel idealizm, doğruluk ve düşünce kalitesi kolayca ikinci plana itilir. Aydının devletle olan bu ‘sıkı fıkı’ ilişkisi yüzünden Osmanlı-Türk düşünce dünyasında ciddi, tutarlı, istikrarlı, evrensel normlara uygun bir liberalizm akımından bahsetmek de zordur. Liberalizm denince anlaşılan, bireyin devlet karşısında hak ve özgürlüklerini koruyan, onu önceleyen bir düşünceden ziyade, serbest piyasa ekonomisini savunan bir düşünce gelir. Gerçi, anarşizmin bir düşünce akımı olarak Türkiye’deki durumu liberalizmden de beterdir. Devlete eleştirel yaklaşan ciddi, derinlikli bir felsefe olan anarşizm, Türkiye’de âdeta küfür yerine kullanılır.

Velhasıl, “Neden hep karanlıktayız?” diye soruyorsanız, devletin gölgesidir her daim üzerinize vuran.

not: Bu konularda yukarıdakilere benzer önermeler içeren daha kapsamlı bir yazı için, Şükrü Argın’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce serisinin ‘Dönemler ve Zihniyetler’ başlıklı dokuzuncu cildinde yer alan, “Türk Aydınının Devlet Aşkı ve Aşkın Devlet Anlayışı” başlıklı makalesine bakılabilir.