OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Daralan çember ve “terör” jokeri

Onlarca kişinin öldüğü yüzlerle ifade edilen sayıda insanın yaralandığı bir saldırının yapıldığı gecenin sabahında yazı yazmak zor. Böyle bir anda başka bir konudan bahsetmek anlamsız kaçıyor (bazen yazıyı bitirip gönderdikten sonra böyle bir olay patlak verebiliyor, hele Agos gibi haftalık bir gazetede bu daha sık yaşanabiliyor, o durumlar ayrı). Öte yandan, bu saldırıdan bahsedip hem anlamlı hem de zaten ortalıkta dönüp duran, kimisi ipe sapa gelmez yorumlardan farklı bir şeyler söylemek gerekiyor. Üstelik, ölenlerden ve yaralananlardan birinin siz veya yakınlarınızdan biri olmamasının tamamen şans olduğu gerçeğini kavrayıp, herşeye aynen devam etmek, ‘soğukkanlı’ yorumlar yapmak da zor. İnsan bir mücadeleyi kendi iradesiyle seçer, ölümü göze alırsa onun psikolojik yüküyle başetmek herhalde daha kolaydır, bilemiyorum. Ama ölümün, sizin iradeniz dışında, parçası olmadığınız karar ve süreçler sonucunda sizi tamamen pasif ve rastgele kurbanlar olarak bulma ihtimali karşısında, ki işte terör budur, akli ve ruhi selamet ve sükûneti korumak hayli zorlaşıyor. Özellikle zihni işlere konsantre olmak bir meşakkat halini alıyor. Daimi savaş atmosferinde yaşayanların nasıl bir psikoloji içinde yaşadığını ucundan kıyısından da olsa anlayabiliyor insan. Bir toplu travma, daimi kaygı ve depresyon hali, mekanik şekilde yapılan işler dışında iş yapmak, üretmek zorlaşıyor. 

“Terör karşısında kararlı mücadelemiz sürecektir”, lafları her zaman olduğu gibi dolaşıma girdi. Biz kimiz? Nasıl mücadele ediyoruz? Bana mücadeleden ziyade sadece ve kolayca ölüyormuşuz gibi geliyor. Birileri bir politikaya karar veriyor, bir işe girişiyor, o işin maliyeti ise kendi küçük hayatlarını yaşamaya çalışan bizlere çıkıyor. Birileri derken de yalnız Türkiye devlet ve hükümetini kastetmiyorum. Fakat sonuçta mücadele başkalarının ama ölen biziz.

Öte yandan, ben herhangi bir devleti ‘istihbarat ve güvenlik zafiyeti’ sebebiyle eleştirmekten mümkün olduğunca kaçınırım. Bu tür eleştiriler iki tarafı keskin bir bıçak gibidir çünkü devlete, “Yeterince devlet olamıyorsun daha fazla devlet ol” demek manasına gelebilir ve böylece birçok temel hak ve özgürlüğün devlet tarafından çiğnenmesinin önünü açabilir. (Gerçi artık Türkiye’de böyle hak ve özgürlükler fiilen kaldı mı o da tartışılır). Asıl mesele, iktidarın hangi politik tercihleri, stratejileri ve tutumu sonucunda bu noktaya geldiğimiz ve buradan nasıl çıkacağımız. Yoksa, o silah detektörden nasıl geçmiş, adam kendini şurada mı yoksa burada mı patlatmış gibi soruları tartışmak faydasız değil belki ama zurnanın son deliği.   

Bu duruma nasıl geldiğimizi ve buradan nasıl çıkacağımızı anlamanın birinci şartı özgür bir tartışma ortamı ve iktidara korkusuzca her eleştiriyi yapabilmekten geçer. Oysa, tam tersine AKP ve Erdoğan eleştirilemez bir iktidar yaratmak için dört koldan bir kuşatma içerisindeler. Meclis tüzüğünde yapılmak istenen değişiklikler, askere tekrar dokunulmazlık zırhı sağlanması, yüksek yargıdaki düzenlemeler, kayyum yetkilerinin genişletilip sorumluluklarının neredeyse sıfırlanması, özel güvenlik yasası, YÖK Disiplin Yönetmeliği’nde yapılan değişiklikler hep bu kuşatmanın tuğlaları. Bu sabah haberlerden öğreniyorum ki iletişim üzerinden TRT için alınan haracın miktarı da arttırılmış. Bu da genel manzaraya uygun zira bu kadar işi yaparken onun propagandasını yapacak bir aygıta da ihtiyaç olacaktır. Bizim paramızla bize yalanlarını, çarpıtmalarını da yutturuyorlar. Bütün bunları yaparken de “terör” kartını her zaman bir joker olarak kullanıyorlar. İşte, artan güvenlik ve istihbarat eleştirilerinin dönüp bu gidişata hizmet etmesinden çekinirim.

Velhasıl, demokratik hukuk düzeni içindeki meşru muhalefet ve denetim yolları birer birer kapatılıyor veya etkisiz hale getiriliyor. Sokak protestoları zaten kategorik olarak yasak. Peki, biz ne yapalım?