Venüs’ten sonra Neptün’ü okumak

BÜRKEM CEVHER 

"Gökyüzünde yıldız olsam adım Neptün olurmuş. Çünkü hayaller ve aldanışlar yıldızının adı Neptün’müş.’ 

İsmiyle müsemma ‘Gözyaşı Konağı: Ada, 1876’ gözyaşı gibi akıp giden, bittiğinde yüreğinize oturan, düşündüren, sorgulatan, isyan ettiren bir Şebnem İşigüzel romanı. ‘Venüs’ aklımdan ve yüreğimden atamadığım bir kitaptı. Çok sevmiş ancak çok da üzülmüştüm kitabı bitirdiğimde. ‘Gözyaşı Konağı’ da bir o kadar güzel bir roman; öylesine akıcı ki bir oturuşta, bir solukta bitiveriyor. Hep umut ettim: ‘Venüs çok eğlenceli başlamış çok üzücü bitmişti, bu hikâye çok üzücü başladı, kim bilir belki de mutlu biter’ dedim. Lakin öyle olmayacağını da hissediyordum. Kitap bitti, ben çok sevdiğim Vuslat Emine’yi günlerce aklımdan çıkaramadım.

17 yaşında, hayatının baharındaki Vuslat Emine, gayrimeşru bebeğini doğurmak üzere evin kadınları tarafından Bedriye Kalfa ile birlikte Ada’ya gönderilir. Vuslat Emine, Büyükada’da Mehmet’le karşılaşır. Mehmet, Fransa’da hukuk okumuş, eğitimi sırasında adaletin önemini anlamış, Abdülhamit’e karşı çıkmıştır. Bu nedenle de Abdülhamit onun öldürülmesini istemektedir. Toplumun kabul etmediği bu iki yaralı ancak akıllı, düşünen ve özgürlüklerine düşkün insan birbirlerine hemen aşık olurlar.

‘Gözyaşı Konağı’ çok katmanlı bir roman. Vuslat Emine’nin bir solukta okunan aşk hikâyesi bir yana, İşigüzel romanda odağa genç bir kadının özgürlük arayışını ve bu özgürlük arayışına başka kadınların tepkilerini alıyor. Romanı umutsuz bir aşk hikâyesi olarak da okumak mümkün; politikanın, ahlakın, özgürlüğün ve benlik bilgisinin tartışıldığı feminist bir roman olarak da.

‘Sevmenin nüvesi nefrettir’

Vuslat Emine özgür olmak, özgürlüğün verdiği hissi tatmak isteyen bir genç kız. Hiç sevmediği birinin tacizine ve tecavüzüne sadece zevk ve cinsel özgürlüğün nasıl bir şey olduğunu merak ettiği için karşı koymamış ve bu merakının cezasını da hamile kalarak ödemiş bir insan. İntihar etmek istemiş ama kurtarılmış, sonunda da çocuğunu doğurması için Ada’ya gönderilmiş. Lakin bu arada annesi de çevresindeki kadınlar da gerek Vuslat Emine’den gerekse karnındaki bebekten kurtulmanın yollarını aramaktalar. En büyük korkuları hamile bir kadının öldürülmesinin günah olması; yoksa evlat sevgisi, kardeş sevgisi ancak ve ancak o evladın ve kardeşin istenilenleri yapması, toplumun kabul ettiği şartlarda yaşaması karşılığında hak edilebilir.

Vuslat Emine’nin annesi köle olarak geldiği İstanbul’da zengin bir adamla evlenmiş. Kızlarının toplumda iyi bir yer edinmesi, bu sayede kendisinin de daha saygın bir yere geleceğini düşünen annenin yegane arzusu kızlarını bir paşa ile evlendirebilmektir. Sadece bu sebeple kızlarının eğitim almasını ister. Sıkıldığı ve hatta hakir görüldüğü ortamlara katlanır ki kızları için uygun bir paşa bulabilsin. Vuslat Emine’ye olan kininin bir sebebi de onu artık bir paşa ile evlendirme umudunun kalmamasıdır.

Vuslat Emine annesini şu sözlerle tanımlar: “Annem babamdan gök gürültüsünden korktuğundan daha çok korkardı. Hayatınız boyunca korkarak yaşamak nasıl bir şeydir bilir misiniz? İşte böyle yaşamak insanı annem gibi yapar... Ürkek, tedirgin, karar vermekte güçlük çeken, çaresiz, mutsuz ve hepsinin neticesinde fevri, bir tür sinir hastası, asabiyetten mustarip, Fransızların söylediği usulde tanımlayacak olursak, manyak! Sizi hayatta bu duruma tek bir şey getirebilir: Bir koca ve evlilik hayatı.”

Bu mutsuz kadın tüm hıncını ilk doğan kızı Fatma’dan çıkartır. İkinci çocuğu erkek olunca onu korur kollar ama babaları da oğlanı çok hırpalar. Daha sonra doğan Hicran ve Vuslat Emine hem annelerinin hem de babalarının gazabından kurtulur. Ancak Fatma da Hicran da annelerinin gölgelerinde kalmış, o nedenle de hamile kaldıktan sonra Vuslat Emine’ye, anneleriyle birlikte hayatı dar etmekten çekinmemişlerdir.

Anne ve ablalarına karşı hem büyük bir öfke hem de büyük bir sevgi duymaktadır Vuslat Emine. Bebeğini doğurduktan sonra evlerine geri döneceğini ve affedileceğini umar. Ama annesinin ve ablalarının ona olan öfkesinin asla geçmeyeceğini de içten içe hisseder. Ondan nefret ettiklerini düşünür. “Aile, birbirini sevmek kadar nefret de etmektir. Sevmek nefreti de içerir çünkü. Hatta sevmenin nüvesi nefrettir,” der. Bu nefrete karşılık Ada’da annesini ve kız kardeşlerini özlemekte onlarla tekrar birlikte olacağı günleri beklemektedir.

Kadın kadının kurdu olduğunda

Vuslat Emine, “Babası tarafından sevilmeyen kızlar erkeklere yem olur,” der. Erkekler bu kızların çevresinde birer köpekbalığına dönüşür. Vuslat Emine de bir köpekbalığına sadece zevk ve bir erkek gibi özgürce cinselliğini yaşamak merakıyla karşı koymaz. Hamile kalınca onu öldürmek isteyenler, onu aşağılayan, taşlayan ve dışlayanlar yine kadınlar olacaktır.

Erkeklerin hakimiyeti ve baskısı altındaki kadınlar bu aşağılanmanın hıncını başka kadınları ezerek alırlar. Erkekler dünyasında bir kere hürriyetine kavuşan kadın “kız kardeşlerine” yardım etmek yerine, yerini korumak için onları ezer. Sanki eril toplumda yükselebilen kadınlar için bir kota vardır ve kadınlar bu kotadaki yerlerini korumak zorundadır, o nedenle de giderek erkekleşirler. Ezilen kadınlar da diğer hemcinslerine karşı aynı şekilde zalimleşir. “Şu hayatta zamanla erkeklere benzeyen kadınlar kadar felaket şey yoktur. Bir erkek gibi düşünür ve düşkün bir kadın karşısında gerçek bir erkek gibi hareket ederler... ‘Erkeklerin en büyük kötülüğü kadınları kendilerine benzetmeleridir... Kendi cinsini ezen kadın erkekten beterdir,’ der Vuslat Emine. Çünkü kadınlar zaten erkeklerin zalim olduklarının farkındadırlar ve bu nedenle de kendilerine has yöntemlerle erkeklere karşı zırhlarını kuşanmışlardır.

Ancak, kendi içlerinde kendilerinden sandıkları kadınların erkek mantığıyla kendilerine zulüm etmelerine hazırlıklı değillerdir. Bir kere düşen kadına ilk tekmeyi erkekleşen kadınlar atmaya meyillidir. Vuslat Emine’nin durumundaki bir kadını aşağılamak ve taşlamak, kendilerini daha namuslu ve temiz hissettirir bu kadınlara.

Özgürlük boş bir hayalmiş

Vuslat Emine, başta erkeklerin hür ve serbest olduklarını düşünür. Ona göre erkekler dilediklerini yapabilmekte, diledikleri ile birlikte olabilmektedirler. Ancak bir süre sonra erkeklerin de özgür olmadıklarını idrak eder. Sonuçta bir padişahlıkta yaşamaktadırlar; padişah emrederse fotoğraf bile çektirmeleri yasaklanabilmektedir. İmparatorlukta erkekler kadınlara nazaran biraz daha özgürdür, o kadar.

Kadınların renk renk feracelerine, yaşmaklarına bakarak iç geçirir Vuslat Emine: “Keşke hürriyet ve serbestlik arşın arşın satılan, diktirip üzerimize giyebileceğimiz bir şey olsaydı.” Ancak hür olmak o kadar kolay değildir. Bir anlık hürriyeti yaşamak isteyen kadınlar gayrimeşru bebekleri ile ortada kalıverirler; kendilerince özgür birkaç saat geçiren kadınlar kocalarına yakalanıp falaka cezasına çarptırılırlar, bir daha özgürlüğü düşünmesinler diye topal bırakılırlar. Bu kadınların zengin olması, kocalarının saraya borç vermesi onları baskıdan korumaz, sadece başkalarına eziyet edebilmelerine imkan verir. Onlar da hınçlarını kölelerinden, toplumun daha alt kesimindeki erkekler ve kadınlardan alırlar, ama daha fazla özgürlük talepleri olmaz. Kendilerini hep biraz daha iyi yaşayanın seviyesine çıkartmaya çalışırlar velakin hürriyetleri için direnmezler. Uğradığı şiddet sonucundan parmaklarından olan Bedriye Kalfa, hanımına diş bilese de isyan etmez. İçten içe intikamını alacağı saati bekler, ama o saati beklerken kendince “düşmüş” Vuslat Emine’yi yaralamaya çalışır, kendi hanımını değil. Çünkü ona göre Vuslat Emine artık kendinden de aşağıdadır.

Herkes rolünü ve yerini benimsemiştir bir bakıma: “Bazılarının gücü her şeye yeter. Bazılarının hiçbir şeye. Kaderimizin kurallarından birisidir bu.” Ama Vuslat Emine buna karşı çıkmaya cüret etmiştir bir kere. Bu cesareti gösteremeyenler ise gösterenlere kin güder.

İnsan kendine yabancıdır

“İnsanın bu dünyadaki macerası aklını değil, ruhunu kaybedince biter. Hatta vicdanını. Vicdanını kaybedince yok olur insan,” der Vuslat Emine. Çevresindeki pek çok insan vicdanını kaybetmiştir ona göre. En güvendikleri onu öldürmeye çalışmış, çevresindeki kadınlar madden ve manen onu yaralamak istemişlerdir. Bu insanlar onun aklını yitirdiğini düşünseler de aslında kendileri vicdanlarını kaybettikleri için yok olmaya mahkûmdurlar.

“İnsan bir başkasının hikayesini dinleyerek kendisinden uzaklaşır. Ya da yakınlaşır... Başkasını anlayarak ya kendinizi bilmiş olursunuz ya da kendinize karşı kör kalırsınız. Çünkü görmeniz gereken kusurlarınızdır. Kimse kusurlarını görmek istemez. Göremez de zaten. Bu kıçınızdaki çıbana bakmak istemek gibi bir şeydir. Ama orada sızlayan ve canınızı yakan, sizin içinizden çıkan bir şey vardır. İnsanın kendisi, kendisine bilinmezdir. İnsan en çok kendisini tanımaz. Ötekine bakmaktan kendisini görmez, anlamaz.” Evliyken sevgililerinden hamile kalarak doğurdukları çocuklarını mutlu evliliklerinin gururlu simgeleri olarak taşıyanlar Vuslat Emine’ye ahlak dersi verirler, onu taşlarlar, öldürmek isterler.

İnsanlığın ne mal olduğu tekmili birden bu kazaen hamile kalmış 17 yaşındaki kız ve bebeğinin varlığıyla ortaya çıkar. Vuslat Emine’nin günahkar ve ahlaksız olduğunu haykırırlarken kendi günahlarını ve ahlaksızlıklarını görmezler. Vuslat Emine’ye vurdukça kendi günahlarından arınırlar. İnsanlar kendi emelleri için bir diğerini incitir. En nihayetinde gayrimeşru bebeği ile 17 yaşındaki bir kız tüm toplumun turnusol kağıdı olur.

Yıldız olsaydım Neptün olurdum, diyen bu güzel, sevgi dolu çocuk belki de hepimizin yarasını, aynı zamanda da ikiyüzlülüğünü, gaddarlığını ve tüm toplumun dibe vurmuş ahlakını gözler önüne sermektedir. İşigüzel bunu öyle ince yapmaktadır ki hâlâ kendimize yabancı kalarak, bir kız çocuğunun sözde ahlaksızlığının ve büyük aşkının hikayesini okuduğumuzu sanmaktayız.