İki cihan âresinde Türk oyun yazarlığı

MURAT CANKARA

Zaman, Zemin, Zuhur: Gerçekçi Türk Tiyatrosunda Minyatür Kurgusu’ ilk baskısını 2006’da yapmıştı. Bu bilgiyi, artık yayınevlerimiz fellik fellik arayıp buldukları baskısı tükenmiş, teliften çıkmış, rüzgârını hiç bulamamış yahut yitirmiş kitapları piyasaya yeniden sürerken önceki baskılarını (eğer çeviriyse, orijinal başlıklarını) belirtme âdâbından (ve bunun da ötesinde –bilimsel açıdan düşünüldüğünde– gerekliliğinden) kurtulmuş saydıkları için verme gereği duyuyorum.

Tanzimat’tan bu yana Batılılaştığı varsayılan Türk tiyatrosu

Genişletilerek geçtiğimiz ay içerisinde yeniden basılan kitap iki ana bölümden oluşuyor. Birinci bölümde, Batı tiyatrosuna referansla, resimdeki perspektif tekniği ve tiyatro arasında bir ilişki kuruluyor. Felsefe, psikanaliz, tarih ve edebiyat kuramından yararlanılarak; bellek, belleğin temsili, gerçekçi tiyatro ve perspektif arasında kurulan bu ilişki, genellikle Batı’daki modern oyun yazarlığının başlangıcı kabul edilen Henrik İbsen’in oyunları üzerinden örneklendirilmiş. Amaç, ‘Tanzimat’tan bu yana Batılılaştığı varsayılan Türk tiyatrosunun içinde en çok ürün verdiği gerçekçi türün temelinde ne olduğunu gösterebilmek’ ve karşılaştırma için zemin hazırlamak. Öte yandan, her ne kadar literatüre aşina olanlar bu bölümlerin hepsini okumayı gerekli görmeyebilirlerse de, kitabın ilk bölümünde birbirine ilmeklenen kısa bölümler, dramatik temsil yapısıyla (ister sinemada olsun isterse edebiyatta) ilgilenenler için ilginç ve ufuk açıcı olabilir.  

Beliz Güçbilmez, ikinci bölümde ‘bize özgü olduğunu varsaydığı türden bir gerçekçilik’e odaklanıyor. Bir önceki bölümün perspektife dayalı, ‘geçmişte bir şey olur, gölgesi bugüne düşer’ formülüne dayalı oyun yapısı burada yerini minyatür analojisine bırakıyor. Anonimleşmiş bir bakış açısıyla aktarılan, ân’a sıkışmış, her şeyin şimdide olup bittiği, geçmiş ve gelecekle ilişkisi zedelenmiş (ne ‘winter is coming’, ne duvardaki tüfek patlıyor), bir eve ve aile içine kapanmış, dramatik aksiyonun neden-sonuç zinciri içerisinde ve bir perspektife göre ilerlemekten ziyade ‘çeşitlendiği’ oyunlar burada söz konusu olan. Güçbilmez’in tezi şöyle bir tarihsel çizgiye oturuyor: Fransız Devrimi’yle birlikte yükselen ve devrim ideolojisine göbekten bağlı olan melodram türünün Tanzimat kuşağının siyasi/kültürel emellerinde karşılığını bulması; 1930’larda, örneğin, rejimle derdi olan muhalif/muhafazakâr yazarların, geçmişi odağa koydukları, perspektif yasalarıyla inşa edilmiş, İbsen modeline uygun oyunlar yazmaları; 40’larda ise (burada ağırlıklı olarak Orhan Koçak’ın ‘kaptırılmış ideal’ kavramı etrafında ördüğü meşhur makalesinden yararlanılmış), 30’lardaki eğilimin sona ermesi,  geçmiş ve tarihin oyunlardan dışlanması, bastırılanın geri dönmesi ve Tanzimat’tan itibaren küçümsenerek unutulmaya çalışılan formların (örneğin ortaoyunu) ‘gömüldükleri yerden çıkarak’ kültüre yeniden ‘sızmaya’ başlaması. Bölümün sonunda, öne sürülen tez Turgut Özakman’ın ‘Ocak’ oyunu üzerinden kısaca örneklendirilmiş. Melodramı memleketimize ithal eden ama dilindeki şiddetle bugün bile parmak ısırtan Namık Kemal ve Necip Fazıl Kısakürek (‘Bir Adam Yaratmak’ oyununu yazmamış olsa ‘yerli ve millî tiyatro’ yapmaya çalışanlar ne ederdi, bilinmez) bu bölümün diğer starları.

Tartışmaya açık noktalar

Tasnifçi ve tanıtıcı olmayan (bilhassa Türkiye’deki tiyatro çalışmaları için önemli bir gelişme bu), yetersizlik/yokluk saptamasından ya da bunu imâ eden bir dilden özenle kaçınan, Nurdan Gürbilek’in edebiyat için yaptığının benzerini tiyatroda yapmaya girişen, bir tez öne süren ve bu tezi bir mantık silsilesi içinde savunan, kavramları cesurca kullanan bir çalışma Beliz Güçbilmez’inki. Kitapta tartışmaya açık pek çok nokta var. Az sayıda örnekten yola çıkılarak genellemelere varıldığını, minyatür ve Tanzimat’a dair literatürün güncellenmesi gerektiğini söyleyenler çıkacaktır. Ama neticede temellendirilmiş, örneklendirilmiş ve sarih bir dille öne sürülmüş bir argümanla karşı karşıyayız. Oyun yazarlığına dair bu tezin sinema ve edebiyattaki karşılıklarını tartışmak ilginç olabilir. Üstelik tiyatroyu fazlasıyla aşan, yokluğuyla toplumsal gündemimizden taşan bir konuda soruları davet ediyor: bellek ve geçmişin temsili. Gerçi çok şükür, bu toplumsal eksikliğimizi sosyal medyada gideriyor, tüm önemli şahsiyetlerin ölüm yıldönümlerini günü gününe takip edebiliyoruz. Ama yine de düşünmeden edemiyor insan: Geçmişte o kadar çok şey olmuş olmalı ki üzerimizdeki gölge kalkmıyor bir türlü. Belki ondan bütün bu belleksizlikler, ânında görüntüler, şakalar ve komiklikler.

Zaman Zemin Zuhur
Beliz Güçbilmez
Dost Kitabevi
188 sayfa.