Kuyumun ve mücevherin kadim potası, elmasın ses verdiği Çuhacı Han

Hancı-yolcu münasebetimizde sıra geldi kuyumun atar damarı Çuhacı Han’a.

Kapalıçarşı’nın Nuruosmaniye Kapısı’ndan çıkınca, önce sol kolda  Sandal Bedesteni karşılıyor bizi. Çarşının cazibesine yenik düşmeden, hedefe kilitlenmek büyük irade gerektiriyor. geç Kılıççılar Kapısı’ndan geçince, işte karşımızda Çuhacı Han.

Hanların mütevazı girişlerine kanmamayı öğrendik. Çünkü içeriler hep koca bir diyar. Çuhacı Han’ın girişindeki kubbe mavi mine çiçekli. Asırlardır herkesi buyur eden mermer giriş aşınmış. O beyaz eşikten başımı kaldırdığım anda, çil altının parıltısı alıyor gözümü. Burası ne de olsa kuyumcular çarşısı. Sol koldaki aralıktan hararetli sesler geliyor. Zakar Abi “Burası ayaklı borsa” diyor. “Alım satımlar, her şey sadece söz üzerinden yapılır”. O tarafa bakınca, elinde cep telefonu voltalar atan karınca misali bir insan sürüsü görüyorum.

Evsahibimizse hayatını burada geçirmiş kuyum ustası Avedis Hilkat. 64 yaşındaki usta, ömrünün elli yılını burada geçirmiş. Kimsenin söze kendini anlatarak başlamaması şeklindeki yazılı olmayan kural, elbette ki Çuhacı Han’da da geçerli. “Bu hana kadın giremezdi eskiden. Somyacılar, sandıkçılar uzun donlarla fanilalarla çalışır, deli gibi Anadolu’ya sevkiyat yapılırdı. Sonra Sadekâr Dolmayan vardı. Gerçek sanatkârdı. Elinde sabunla dolaşır, şuradaki çeşmede yıkardı elini” diyor Avedis Hilkat, daha dükkânına bile varmadan sanki bir onun görebildiği bir hayalete bakar gibi o boşluğa doğru. “Mubayacı Khent Aram elinde sagarı, yemek kabıyla gezinir, altın alır altın satardı. Öldüğünde Kumkapı’daki evinden 19 külçe altın çıktı...”

Bir çırpıda iş kollarını saymaya başlıyor usta hevesle. “Ben yaldızcıyım. Yaldızcı; altın üzerine altın rengini verir. Altın ateşte kararır, sac yağında suyla, çövenle temizlenir 24 ayar renk verirsiniz. Ocakçı 24 ayar altını eritir içine gümüş, bakır karıştırılacak hale getirir. Sadekâr astar, takoz ve tel çekmeyle uğraşır haddelerden. Ramatçı da yerdeki zerreleri süpürür. Buranın bütün kanalizasyonu Haliç’e akıyor. Tuvalete destur diye su dökülürdü. O balçığın içinde eski odabaşlar Ermeniyken altın aranırdı.”

Bir ömürlük hancılar

Burası hikâye zengini bir han. Çoklar gelmiş geçmiş ve anıları da yüzyıllık kalın duvarlara sinmiş. “Burası kuyumculuğun ve mücevheratın potası sayılır. Tarihi İstanbul’un fethine kadar gider. Rivayete göre Fatih Sultan’ın seyisleri burada kalırmış. Yüzyıllar içinde çok çeşitli iş kolları kurulmuş ama son 200 yıldır burası kuyumun merkezi” diye tarif ediyor Avedis Hilkat, Çuhacı Hanı. “O zamanlar hepimiz ‘eti senin kemiği benim’ felsefesiyle ustaya emanet edilirdik. Babam Van Ermenisi, annem Pontus Rumu dolayısıyla gerçek anlamda çifte kültür içerisinde büyüdüm. Sonra 1966’da 12-13 yaşındayken geldim bu hana. Şimdi 52 sene sonra 9 metrekare dükkânda baba oğul birlikte hanın son Ermenilerindeniz.” Oğul Arno Hilkat, tezgâh başında işine gömülmüş çalışıyor ama artık çırak gelmediği için oğlundan sonrası yok.  Sebepleri sorduğumuzda “Teknoloji ve sermaye gücüne yenildik, erozyona uğradık. Önümüz karanlık. Ben de tornum burada çalışsın istemem” diyor.

Ama aşkın gözü kör demişler. Gelecek görünmese de, geçmiş bugünde yaşatılıyor bu handa. Önümüze düşmüş, hemen hepsi el değiştirmiş dükkânlara baka baka tek tek yâd ediyor ustaları Avedis Hilkat. İsim ve lakaplar saymakla bitmiyor yine: “Haçik Erberber, firuze ve yakut taşlı fişekli bileklikler yapardı. Agop Yağsızoğlu yaldızcıydı. Avedis Çizmeciyan’la birlikte pullu halat yapardık. Altına monte elmas ve pırlanta çalışılırdı. Beyrutlu Agop da gerçek bir sanatçıydı. Zaven Gül Samatyalı, kilisede de görev yapan usta mıhlayıcı. Taş elmas çalışan Tektaşak Jirayr vardı. Sadekâr Parizyen Onnik, Berç ve Antranik Ozanyan kardeşler, Nubar Gıdık, Diyarbekir kuyumcusu Hrant Sucu, dört halkalı bilmece yüzüklerin mucidi Diyarbakırlı Berç… Bir de halter şampiyonumuz vardı. Halterci Parunak Atan Avrupa üçüncüsü, dünya altıncısıydı. Burada mıhlayıcılık yapardı. Dünyanın en sert karbonuna sultanların resmini yapardı ecdadıdımız.  120 senelik kuyumcu olan İrlanlar sonra… Baba Levon İrlan elmas işi yapardı oğlu da  mücevherata ses veren Simon İrlandır.”

Elmasın sesi

Taşın sesinden bahsediyor Avedis Hilkat. “Ben taşın tınısını duyarım. Örneğin karavana dediğimiz eski elmasla yenisinin tınısı çok farklıdır. Eski elmas, o dönemin tekniğiyle doğadaki gibi kusurlu kesilmiştir. Dönemin gül küpe ve kolyeleri meşhurdur” diye anlatıyor hevesle. Derken üst kata çıktığımızda kuytudaki bir atölyenin önünde duralıyor: “Ailem elmastraş olmamı çok istedi hep. İstanbulî tarzı dediğimiz çok özel bir taş işleme tarzı bilen buradaki Sarkis ustanın yanına koymayı istediler. Ama usta hiçbir çırak kabul etmediğini söyleyerek beni reddetti. ‘Bu meslek benimle birlikte ölecek’ dedi. Hiç unutmam o manzarayı, zayıf uzun boylu bir adamdı. Bileyici çarka pedalla basarak, elinde ıstaka çalışırdı...”

Keza yine üst katta Cilacı Khent Aram’ın ahşap dükkanı olan yerde, çelik fotreller duruyor. Belediye yıkmış dükkânı. Olmayan dükkânın bir de kablosu sökük eski model telefonu var şaka gibi. Duran zamanı böyle yaşıyorsunuz bu handa. Avedis usta tedavülden kalkmış bir aletin karşısında duralıyor bir an. “İşte böyle hadde dayanır teli çekerdik” diyor süs niyetine kalmış antika aletin karşısında.

Ortalık Ağustos ayının dingin rehavetinde. “Buralar normalde sesten geçilmezdi. Çekiç, silindir sesi. Altın astarın çınlama sesi. Pres, eğe, testere sesleri yok. Ticarethane oldu, hayat yok” diye anlatıyor Avedis Hilkat. Bir kendi duyduğu o eski sesler eşliğinde aşkını sorguluyor sık sık. “Çuhacı Han bağımlılık yapar. Uzak kalamazsın bir alışırsan. Neden böyle olduk diye sorarız ama bu da bizim kaderimiz.”

Hanın bir diğer aşığı da Kuşçu Anto’ymuş. En üst kattaki kümeslerde yüzlerce güvercin besler, uçururmuş. “Seksenlerde bir gün, yine onların yanında kalp krizi geçirip can verdi. Bayramlarda bile onları beslemek için hanı özel açtırırdı” diye anımsıyor bu sıradışı figürü de Avedis Hilkat.

74’te asker dönüşü ilk çalıştığı dükkân dipte minicik bir köşe. Üst kat hep pasajmış. 98-99’da restorasyon görmüş han. Mimarinin, mekânın insanla kurduğu ilişkiyi anlatıyor usta usul usul. “Hep kalın duvarlar inceltilerek alan kazanıldı, burası Horasan bina, kalın duvarlı. İstanbul depreminde kolonları kesilen bina çatırdadı. Büyük kuyumcular çıktı artık bu handan; sadece atölyeler ve küçük dükkânlar kaldı geriye. O salaşlığı da kalmadı haliyle. Eskiden samimiyet vardı. Esnaf birbirinden borç alır verirdi, birlikte tavla oynardı yemek sonrası. Şimdi Allahın selamını vermekten bile tedirgin, borç mu ister diye çekiniyor” diyor Avedis Usta. Zira burada sadece çalışılmamış, bir ömür yaşanmış aslında.

Biz kalender meşrebiz

“Hem çok sanatkârdık. Hem de çok güzel yaşadık. Büfeci Salih Aghparig, beyin salatası piyaz yapardı. Çaycı Artin Ağamız, Mezeci Mardikimiz vardı. Ahçı Levon ve Ahçı Mıgır’da yemek yerdik. Pilavı elle koyarlardı. Üst katta ve avluda lüfer ve palamutla çilingir sofraları kurardık. Ermenice şarkılar, Türk sanat musikisi dinlerdik. Sözlü ve nişanlı olanların kız tarafına eve davetli olduğu Çarşamba günlerine ‘çiftlik günü’ derdik. Tekerlememiz bile vardı. Pantolonlar ütüye, ayakkabılar boyaya, traş da Avedis Sinekkaydı’ya!’ Yılbaşında girişte canlı hindi satılırdı. Ahçı Mıgır havitz yapar, borcunu ödemeyenleri yakalamak için öbür kapıyı kapatıp ana kapıda beklerdi. Birbirimize Ahçı Mıgır’ın gidip gitmediğini haber verirdik ki tüyebilelim. O muzır günleri anlatırken hatları gevşiyor, gençleşiyor Avedis Usta. “Yüz sene öncesini anlatıyor gibiyim oysa en fazla kırk yıllık hikâye bunlar...”

Şifa köşesi

Ermeni ustaların yetiştiği bir ocak olan Çuhacı Han’da, haftanın ilk günü dükkânlar dualarla, tütsüyle açılırmış. “Pazartesi buraya Khunk (buhur) kokusundan girmezdiniz. Ocaktan ateş alınırdı, burası adeta küçük bir kilise olurdu. Dualarla açardık dükkânlarımızı. Biz altıda paydos ederken de Gecekuşu Torkom çalışmaya gelirdi!”

Lakapları ne kadar sevdiğimi düşünüyorum. Lakap demek samimiyet demek, birbirinde hakkın olması ve birbirinde izinin kalması demek. Ve iz bırakmak deyince başta Avedis Hilkat olmak üzere, herkes sözü İbrahim Usta’ya getiriyor. “İbrahim Abi’yi unutmadın değil mi?” diye yanaşıyor her gelen Avedis Hilkat’in yanına. Oysa çoktan anlatmış onu. Süryani İbrahim Asil, nur yüzlü, şifa dağıtan adam. Okurmuş isteyeni. Astım hastalarına dükkânında ayazma misali çıkan yeraltı suyunu içirirmiş. “Ben çok bunaldığımda halen bu dükkânın taşına elimi sürer dua ederim. Rahatlarım inancıma göre” diyor Avedis Hilkat. İçeride eski bir Meryem Ana heykeli görünüyor. Vitrin camına beş yıllık, mürekkebi uçmaya başlamış elektrik faturaları ilişik. Yeğeni Lolita Asil diğer dükkânda babadan gümüşçülüğü devam ettiriyor, burayı da tutuyor aile. Melek gibi adamdı diye yâd edilen bu adamı düşünerek ben de taşına uzanıyor, kendi hayatımın içine dalıyorum bir süreliğine.

Zehirler diyarı

Daldığımı görünce heyecanlı bir şeyler anlatmaya girişiyor usta. Bir dönemin o zorlu çalışma koşulları, şehir efsanesi olarak herkesin dilinde. “İki ölçek tuz ruhu bir ölçek kezzap diye başlardı karışımlar. İçeri düşen güvercin ölmüştü bir keresinde bu zehirlerden. Alman televizyonundan çekime geldiklerinde gözlerine inanamamışlardı. 64 yaşındayım, bu yaşa Allah Baba’nın sayesinde geldik” diyor.  “Nuruosmaniye Camii dibinde altın eritilirdi. Kapsül haline gelen altına sacyağı kezzap koyar kaynatırdık. Ustamız ayran içirirdi temizlenelim diye. Su buharlaşınca altın, kapsülün içine sıvanmış olurdu. Saf su konulunca çözelir altın suyu olurdu; karbonat, sülfit, fosfat, siyanür konulunca elektrolize olarak altın üzerine altın kaplama olurdu. Formülü de sanat sırrıydı.”

Kaç kişinin hikâyesine karışmaktan mutlu ve yorgun oturuyoruz üst katta dükkânlardan birinin önüne atılmış masaya. Çay söylüyorlar hemen. Belli bardaklar ve yaldızlı tabaklar, tabii ki en eski cinsten.

Sonra kutucuları yâd ediyorlar. Kutucu Keğam, Kutucu Onnik… Çocukluğumun o çok sevdiğim içi mavi, pembe ya da kırmızı ipek astarlı, dışı lacivert ya da bordo kadifeli kutucuklar geliyor gözümün önüne. Onların bir ikisini bana vermesi için mamama yalvarışım. Kutulara kendimce ganimetler koyup günlerce oynayışım… O ustaların elinden çıkmaydı muhtemelen dünyaları sığdırdığım o minicik kutular. Ustaların eskiyi anlatışında benim çocukluğumu hatırlayışımın saflığı ve coşkusu var. Bir de sığışamayış duygusu. Sanki her yer çekmiş, eski oyun arkadaşları gitmiş.

Olsun varsın, anıların bunca canlıyken, zaman dediğin çizgisel değil sarmaldır. Geçmiş, bugününe taşınır da eksiklik duygunu şefkatle kapatır. Geriye yaşanmışlığın şükran duygusu kalır. Onu da bir hanın duvarına fısıldarsın. Han bu, her şeyi taşır…

Ahşaptan tuğlaya geçerken

Çuhacı Han’a giden yoldaki Sandal Bedesteni Musahipzade Celal’in ‘Eski İstanbul Yaşayışı’ kitabında şöyle tarif ediliyor. “Bugün mücevher, halı vesair eşya mezat edilerek satılan ve İstanbul Belediyesi idaresinde bulunan Sandal Bedesteni, eski zamanlarda giyilen cübbe, ferace, hil’at gibi dış esvaplarının içine kaplanan ipekten yapılmış kıymettar kumaş astarları ‘Sandal’ satardı. Dahilde yapılan bu gibi kıymetli kumaşlarla beraber Hint’ten ve Avrupa’dan gelen nadir kumaşlar da bu Sandal Bedesteni’nde satılırdı.” 

18. yüzyılda Avrupa ile artan siyasi ve ekonomik ilişkiler, Türk mimarisine de batı etkilerinin belirginleşmesi şeklinde yansıdı. Ayrıca depremlerden ve yangınlardan yorgun düşmüş olan İstanbul’da yüzyıllardır inşaat malzemesi olarak ahşabın yerine tümüyle taş ve tuğla malzeme kullanılması zorunlu hale geldi. Tipik bir 18. yüzyıl ticaret yapısı olan Çuhacı Hansa, mimarı bilinmeyen bir eser. 1718-1730 arasında Damat İbrahim Paşa tarafından yaptırılan han, 1755’te büyük Hocapaşa yangınında tamamen yanınca, aslına uygun bir tamiratla yeniden inşa edilmiş.  Taş tuğla karışımı iki katlı binanın bodrum katı halen depo olarak kullanılıyor. 




Yazar Hakkında

Karin Karakaşlı

ÜVERCİNKA