Eylül’ün gölgesinde bir yazdı

ORHAN BERENT 

İzmirli Levanten yazar Loren Edizel’in ‘İzmir Hayaletleri’ romanı geçtiğimiz günlerde Roza Hakmen’in özenli çevirisiyle TUDEM yayın grubunun markalarından ‘DeliDolu’ etiketiyle bir kez daha okurlarıyla buluştu. 1922’nin çok milletli, çok renkli, çok kültürlü, çok dilli İzmir’i anlatılıyor kitapta. Sayfalar ilerledikçe hikâyenin kahramanları Niko ve ailesinin nelerden mustarip olduğunu ise şu satırlardan öğreniyoruz: “Jakob’un o dönemde tekinsiz bir soyadı vardı. İtalyanlar nezdinde Devisani, Fransızlar nezdinde Devision, Yunanlılar nezdinde Devetziannis, Osmanlılar nezdinde ise Deveciyan.”  İlk anda bir Hay-Horom vakası yani Ermenice konuşan Rum ya da Helenleşmiş Ortodoks Ermeni akla gelse de mevzu çok derin. Diğer Frenk Levantenler de İtalyan, Fransız, İngiliz, Hollandalı gibi kökenlerden gelseler de zaman içinde cemaat dışı evliliklerle melezleşmişti. Sadece bunlar değil elbet. Şehirdeki azımsanmayacak Yahudi nüfus ve Sırbistan, Bosna, Makedonya, Girit ve çeşitli coğrafyalardan gelip İzmir’i mesken tutanları da eklersek tam bir halklar ve kültürler mozaiği. Tüm bu saydıklarımı 1922’den önceki İzmir’i anlatan klasik yazılara aynı klişeyi ben de ekleyeyim diye söylemiyorum. Vaktiyle baba dedemin Fransızca, Bulgarca, Rumca, babaannemin de Fransızca ve az buçuk İtalyancaya ek olarak Ermenice, onun abisinin de bu lisan koleksiyonuna Ladino’yu da kattığını düşünürsek benim de ucundan kıyısından bu son derece renkli liman şehrinin son kırıntılarına yetiştiğimi var sayabiliriz. Annemin Sırpçası ve Arnavutçasını hiç saymıyorum bile. İşte bu yüzden kitapta anlatılanlara hiç de yabancı olmadığımı söylemeliyim.

1922’ye doğru…

Roman her şeyden önce insanın serüvenini anlatıyor. Bunu öyle başarılı yapıyor ki yerellikle evrenselliği bir potada eritiyor. Çünkü her bir kahramanının içerisinde ayrı bir evren gizli. 1915’de yetim kalan Niko, onu besleyip büyüten babaannesi Mari, yarı deli bekar amcası Polikarp ve ressam halası Elena. Bir de bunlara başarıyla eklemlenen yan karakterlerden Manolis ve karşı taraftaki Nazım. Ancak ne kadarı karşı taraf, kim tarafsız, kim taraflı bunlar epey tartışılır. Manolis, ‘Megali İdea’ davası için Yunan adalarından İzmir’e gizli gizli silah taşırken içi rahat değildir. Hatta işgalden sonra gittiği cephede de hayatın ve politik davaların anlamsızlığı üzerine uzun uzun düşünür. Nazım ise Kuvayı Milliye’ye katılmak üzere Afyon’a ulaşmaya çalışırken o da Elena ile birlikte kendilerini kimsenin tanımadığı bir coğrafya parçasında sadece iki kişiden oluşan bir dünyanın nasıl bir şey olacağını düşünür. Özellikle Manolis’in açmazları ve ikilemleri o kadar başarılı işlenmiştir ki Şolohov’un ‘Uyandırılmış Toprağındaki’ Kondrat’ı hatırlarız. O da kendini Bolşevizme adamasına rağmen ortak işletilen çiftliklerdeki hayvanlara bakarken, kendi ineğine, atına ve tavuğuna elinde olmadan gösterdiği hassasiyet ve sevgi ile politik zaruret arasındaki onulmaz çelişkinin zıtlığını derinden yaşıyordu. Manolis ise İzmir’i bir Yunan kenti olarak düşlese bile duyduğu ilk ezan sesinde yaptığının doğru bir şey olup olmadığını düşünüyor, bir anlamda alet olmanın üzüntüsünü ve hazırlıksız yakalandığı bir değişimin endişesini taşıyordu. Onun müezzinin okuduğu ezanda duyduğunu Edizel şöyle tarif eder: “Güzelliği anlayamadığı sözlerinde değil; söylenişindeydi. Kemeraltı’nın arnavutkaldırımı döşeli bir sokağının ortasında kalbini yakan bir şeydi Güzellik.” Bu satırlar ilk okunduğunda yazarın oryantalist bir duygulanımı aktardığı düşünülse de, Hıristiyan ya da Müslüman aklı başında her birey, 1922’de ortak yaşamın artık yavaş yavaş sona ermek üzere olduğunu bir takım simgelerle, daha doğrusu su yüzüne çıkan bazı arketiplerle algılar. Manolis ezan sesiyle, Elena, Hemingway’le çıktığı Pagos gezisiyle (Kadifekale) ya da kitapçı Clementine’nin artık kitap satamayacağının korkusuyla, Polikarp ise Venizelos’un hayallerinin ne kadar mesnetsiz olduğunu kendisine kızan Manolis’in sarf ettiği hamaset kokan savunma cümleleriyle farkına varır. Yazar da sayfalar sonra bize durumun kısa bir özetini verir. Afyon’da Yunan Megali İdea’sı ve Türk milliyetçiliği savaşıyordur, sonuç ne olursa olsun kaybeden İzmir olacaktır. Tıpkı 15 Mayıs 1919’da Yunan işgalinin birinci gününde yaşananlar gibi. Kim ister ki 1915’de Ermeni, 1919’da Müslüman, 1922’de Rum olmayı?

Cemal Süreya, ”İzmir’de hayat beklenmez, kovalanmaz da. O zaten sizinle beraberdir,” der. Öyledir de dışarıda akan ve sizin iradeniz dışında şekillenen gürül gürül hayat ve savaşın soluğu sizi nerede olursanız olun bir gün yakalayabilir. Ve o an geldiğinde tüm sevdiklerinizi, birikiminizi, sizi siz yapan değerleri paketlemek, sırtınıza alıp başka diyarlara yelken açmak isteyebilirsiniz. Fakat bu imkansıza yakındır. Pek az kişiye nasip olur. Yaşadığımız zaman diliminde her gün patlayan bombalar, terör eylemleri, sınırlarımızın öbür yanında yaşanan ve her geçen gün nedense bizi de içine çeken amansız kapışma yüzünden sanki biraz da Manolis ve Nazım gibiyiz. Endişeliyiz!

İzmir Hayaletleri
Loren Edizel
Çeviri: Roza Hakmen
DeliDolu
296 sayfa.