Tereddütlü biraradalık

MURAT CANKARA 

Antropolog Mary Douglas’ın ‘Saflık ve Tehlike: Kirlilik ve Tabu Kavramlarının Bir Çözümlemesi’ kitabıyla, kültüre müteallik mevzularda at koşturmaya çalışan biri için utanç verecek kadar geç bir yaşta tanıştım. Ben de Ermeni harfleriyle Türkçe metinler gibi sınıflandırılması zor ve dolayısıyla da ‘tehlikeli’ bir konuyla uğraştığımdan olsa gerek, kitaptan etkilendim. Sağlam bir antropoloji birikiminden yoksun olmama rağmen, benim neyim eksik diyerek (yanıt soruda gizli), 1985 yılında verdiği bir konferans dizisine dayanan ‘Kurumlar Nasıl Düşünür?’ kitabını aldım, okudum, nalıncı keseri gibi kendi ilgi alanlarıma yontarak ve düşük yoğunlukla da olsa anlayayazdım.  

Bireyler değil kurumlar

Bireysel ‘düşüncenin kurumlara ne derecede bağımlı olduğuna açıklık getirmek’ amacını taşıyan bu konferansları içeren kitap dokuz bölümden oluşuyor. Douglas’ın temel sorularından bazıları şunlar: Bireyler üstü bilişsel sistemler nasıl kurulur, kendilerini nasıl meşrulaştırır ve bireysel muhakeme üzerindeki etkileri nelerdir? (Ortalama bir okutman, birinci sınıf öğrencilerinin özgürce dile getirdikleri fikirlere bakarak epey katkıda bulunabilirdi böyle bir tartışmaya.) Sosyolog Emile Durkheim ve biyolog Ludwik Fleck’in çalışmalarından yola çıkan Douglas’a göre, onların mirasının görmezden gelinmesinin nedeni “kurumların kendi zihinlerine sahip olduklarını söylüyor gibi görünmeleridir.” (Keşke Türkçe bilse ve Rusya’yla Çin’in Suriye hakkında ne düşündüklerini uluslararası ilişkiler uzmanlarımızın ağzından  dinleyebilseydi; üstelik bırakın düşünmeyi, bizim kurumlarımız öfkelenip intikam peşine bile düşebilir.) Halbuki üzerinde durmaya fazlasıyla değer bir konudur bu. Zira bireyler üzerinden gerçekleştiği için bireyler arasında olduğunu varsaydığımız çatışma ve tartışmalar aslında kurumlar arasındadır. Meseleyi bireylere indirgediğimiz sürece işin içinden çıkamayız; “sadece kriz anlarında değil, sürekli olarak” mücadele etmemiz gereken şey bireyler değil kurumlardır. (Tayfun Atay çocuk gelinler etrafında dönen tartışmanın aslında bir kurumlar çatışması olduğuna dikkatimizi çekti örneğin.) Douglas’a göre, “öyle veya böyle, bireyler gerçekten ortak düşüncelere sahiptirler, bir noktaya kadar uyumlu tercihler benimserler ve önemli kararlar almak için, inşa ettikleri kurumlardan başka yolları yoktur.” Peki kendimiz adına düşünme işini havale ederek karar ve seçimlerimizi kolaylaştıran, riskten kaçınmamızı sağlayarak kendimizi güvende hissetmemizi sağlayan ve bir iddiaya göre de, parçası olduğumuz topluluğu dengede tutmaya yarayan kurumlar ne yapar? İcabında neyin hatırlanıp neyin unutulacağını, hangi atanın gömülüp hangisinin diriltileceğini, kıtlık ve benzeri toplumsal krizler sırasında hangi ana babaların kuzularının diğerleri adına feda edileceğini, toplumsal iş bölümlerinin ve meşruiyet mekanizmalarının üzerine inşa edildiği sınıflandırmaları, hatta nelerin birbiriyle aynı olup nelerin farklı olduğunu belirler. İşte bu ve benzeri nedenlerle; şeyleri sınıflandıran, ihtiyaç duyulduğunda mevcut sınıflandırmayı değiştiren, insanlar için önce etiketler yaratan ve sonra da onların bu etiketlere uymalarını sağlayan (çapulculuğu yarattık, şimdi sıra çapulcularda) kurumlar üzerine kafa yormak hayatî bir girişimdir.

Toplumsal hafıza, kolektif eylem vs…

Douglas, sosyal bilimlerin ekonomi, psikoloji gibi alanlarıyla da diyaloğa girerek; işlevselcilik ve rasyonel seçim teorisi gibi bazı temel yaklaşımlarla ve toplumsal hafıza, kolektif eylem gibi kavramlarla sıkı ilişki içerisinde örüyor argümanını. Durkheim ve Fleck’in, aslında tam da kitabın konusu olan kurumsal kısıtlar nedeniyle yarım kalmış, yeterince geliştirilmemiş ve sadece muhalifleri değil, zaman zaman kendileri tarafından da yanlış anlaşılmış fikirlerini adım adım eleştirerek geliştiriyor. Ne dendiğini her zaman anlayamasak bile nasıl dendiğinden dersler çıkarabiliriz fehvasınca, yazarın kitap boyunca konuyu ele alış biçimi sosyal bilimlerle uğraşanlar için oldukça öğretici. ‘Kestirme olan’ın tereddütsüz kabul gördüğü, doktora öğrencilerinin bile ‘okuma yoğunluğu’na göre konu seçtikleri, sosyal bilimlerin şık proje başlıkları altında yürütülen anketörlük faaliyetlerine indirgendiği bir zamanda şunları yapıyor Douglas: Çürük bir dişi ısrarla kurtarmaya çalışan vazifeşinas dişçi gibi, önemli bulduğu bir fikri zayıflıkları nedeniyle bir kenara atmaktansa onun zaafiyetinin derinliklerine inerek ve onu başka fikirlerle tahkim ederek ihya etmeye çalışıyor. Bir yandan da bilimsel ve entelektüel girişimleri tarihselleştirerek kurumlar tarafından nasıl yönlendirildiklerini etkileyici örneklerle gösteriyor, ki bence bunlar toplum üzerine düşünmeyi kendisine uğraş edinmiş herkesi ilgilendirmesi gereken meziyetler. Argümanların işleniş ve fikirlerin müsademe ettiriliş biçimindeki öğreticilik bir yana, bu tür bir çalışmanın içeriğiyle yaşadığımız dünya ve toplum arasında sonsuz sayıda bağlantı kurulabilir elbette. Hele işin içine toplumsal hafıza, kolektif eylem gibi kavramlar giriyorsa. Bunlar biz Türkiyeli okurlar için adrese teslim ortalar. Ben çekici bulduğum diğer bir iki noktaya zihnim yettiği, dilim döndüğünce değineyim.

Mülteci ‘krizi’ ve göç

Kitabın benim için en çarpıcı yanlarından biri, kurumlarla analojiler arasında kurduğu ilişki. Buna göre, başlangıçta kırılgan uzlaşımlardan ibaret olan kurumlar, doğayla kurdukları analojiler vasıtasıyla sağlamlaşıp meşruiyet kazanıyor ve sorgulanamaz hale geliyor. Buna örnek olarak, kadın ve erkek arasındaki toplumsal iş bölümünü savunmak için sağ ve sol eller arasındaki fiziksel bütünleyicilikle kurulan ve bu savunuya güçlü bir retorik imkânı sağlayan analoji verilebilir. (Haddinden fazla  okumuş münevverlerimiz, kadının yerinin evi olduğunu akıl yoluyla ispatlamak için çırpınırken antropolojiye ne kadar malzeme olduklarını bilseler aynı özgüven ve gayretle, hatta antropolojinin Batı’nın Doğu’yu sömürmek için icat ettiği bir disiplin olduğunu çok iyi bildiklerinden, ihtimal ki daha fazlasıyla devam ederlerdi.) Bu bağlamda başka örnekler de sunuluyor kitapta. Batı’nın kanlı sömürgecilik tarihinin hem bir sonucu hem de yol göstericisi olan ve mülteci ‘krizi’, göç gibi çeşitli vesilelerle yeniden ortaya çıkan biyolojik determinizm bunlardan biri. Keza, siyasal teorinin bilhassa Türkiye gibi ülkelerde hep tartışmak zorunda kaldığı evrim-devrim karşıtlığı ya da romantik edebiyatın en makbul temalarından biri olan kır-kent ikiliği de yine doğal analojilerden destek alınarak pekiştiriliyor, tartışılıyor. Üstelik (ağaca tünememiş, ikiye bölünmemiş ve var olan) atalarımızın tüm bu süreçlere ve mekanizmalara nasıl müdahil olduklarını, “toplumsal uzlaşımları doğal hale getirerek mühürleyen analojiyi temin ettiklerini” görmek de anlamlı. Türkler ve Kürtlerin etle turnak gibi birbirlerinden kopamayacağı savını de varsın bir siyaset bilimci enine boyuna irdelesin.

İnanç ve din

Gruplardan, cemaatlerden, kolektif eylemden söz edip de inanç ve din konusuna girmemek mümkün değil. (Kitab-ı Mukaddes’te yer aldığı şekliyle, insanlar olarak ilk kolektif girişimimizin nasıl bir hüsranla sonuçlandığı malum.) Douglas, Lewis Coser’a da atıfla, inanç ve toplum arasında kurulagelen işlev ilişkisinin tersine çevrildiği bir örnek veriyor. Burada söz konusu olan, ‘toplumun bir arada durmasını açıklamak için inançları kullanmak yerine, inançları açıklamak için toplumu kullanmak’tır. Örneğin, dış tehditlerin varlığına yönelik ortak inancın topluluk üyelerini bir arada tuttuğunu öne sürdüğümüzde, bu, topluluğu tehdit eden bir dış tehlikenin varlığından ziyade, tereddütlü bir bağlılığın varlığına işaret eder.      

Velhasıl şu sonuçları çıkarmamak için kendimi zor tutuyorum: 1) Türkiye’de, ama esas olarak dünyanın Türkiye’yi de içine alan ve teorik olarak onun tamamını kaplayacak kadar genişletilebilecek bir bölgesinde, bir yeniden etiketleme/sınıflandırma çabası var. (Bu bizde daha ziyade eski sınıflandırmaların ve etiketlerin içeriğini tersine çevirmek şeklinde anlaşılıyor.) Buna gösterilen direncin doğurduğu kurumlar arası çatışmalar yüzünden de oradan oraya savruluyor, ölüyoruz. Siyasal şiddetin bütün varyantlarına rağmen ve belki biraz da bunlar sayesinde zar zor sağlanabilmiş olan tereddütlü biraradalıklarımız, tam da bizi bir araya getiren tereddütler nedeniyle, sürdürülebilirliklerini ‘timeline’ yenilenesiye yitiriyor. 2) Esasen antropoloji, kuş uçuşu binlerce kilometre uzaklıktaki adalarda, ormanlarda kabileler halinde yaşayan cıbıl ve ‘ilkel’ insanlara bakarak; ilkel olmadığı için kararlarını bireysel olarak aldığına inandığımız ve hayatı boyunca otobüse hiç binmemiş bir üniversite öğrencisinin, neden ve nasıl, adını bile doğru yazamayacağı bir paşanın, kendisi doğmadan neredeyse yüzyıl önce, bir birey olarak fakat bir kurum adına verdiği ve uygulattığı tehcir kararını, sanki bugün kendisi böyle bir karar alma noktasındaymışcasına cansiperane savunduğunu anlama ve açıklama sanatıdır. Halbuki otobüse binmiş olsaydı, bu ülkede yaşayan pek çok insan grubunun, en azından uzun zamandır, bu ülke insanı için Ermenilerden daha büyük bir potansiyel tehdit oluşturduğunu bilirdi.  

Kurumlar Nasıl Düşünür?
Mary Douglas
Çeviri: Merve Özcaner
İthaki Yayınları
200 sayfa.