OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Kime ne anlatalım?

Uzunca bir zamandır konuşmak, yazmak anlamını yitirmiş durumda. Motive olmak zor, üstüne üstlük kolektif bir depresif hava her yere, karşılaştığınız her kişiye sinmişken... Geçenlerde birinin sosyal medyada rastladığım benzetmesiyle söyleyecek olursak, bir meteorun çarpmasını bekleyen insanlar gibiyiz. Durduramıyoruz, kaçamıyoruz.

Birilerini konuşarak ikna etmek gibi bir umudumuz zaten yok ama yapılanların ne kadar yanlış olduğunu söylemek de anlamsızlaştı. Her şey o kadar aleni ki, yanlışı göstermek, söylemek marifet değil. Örneğin, haklarında, bırakın kesinleşmiş mahkeme hükmünü, iddianame dahi olmayanların mal varlığına el koymanın hukuken, aklen, vicdanen yanlış olduğunu söylemek iş mi, büyük tespit mi? Ya da, barış imzacısı akademisyenlerin, bu eylemlerinden dolayı, bırakın kesinleşmiş cezayı, mahkemeleri dahi yokken, onlara destek açıklamasında bulunmuş sinemacılara, ‘suçu ve suçluyu övme’ fiiliyle soruşturma açılmasına yanlış demek insanın zoruna gidiyor. Zaten iktidar sahiplerinin de, yaptıklarının hukuk ve demokrasi normlarına, akla, insafa uymak anlamında doğru olduğunu düşündüğünü ve iddia ettiğini zannetmiyorum. Kılıf babında birkaç söz etseler de, aslen “İşinize gelirse” havasındalar. Kitleyi söylemiyorum bile. Onlar, haksızlıkları umursamak bir yana, “Çok iyi oluyor, beter olsun” havasındalar. Dolayısıyla, onlardan gidişatı değiştirecek bir tepki beklemek abes.

Yazı yazıp “Türkiye’nin gidişatı kötü” demenin de manası yok, zira bu tespit o kadar sıradanlaştı ki, ‘haber değeri’ kalmadı. İktidar sahipleri, birden hidayete erip demokrasi ve hukukun evrensel normlarına dönmediği, uluslararası politikada daha mutedil ve düşük profilli bir yol tutmadığı sürece Türkiye’nin önündeki seçeneklerden hiçbiri salim değil. Bu gidişat içinde herkesin bireysel düzeyde kendi radikal kararlarını almasının gerekli olduğu bir zamandayız. Tabii, kırk yaşının ne kadar üzerinde, sınıf ve statü skalasının ne kadar altındaysanız bu radikal kararları vermek o kadar zorlaşıyor. Özellikle, ellili yaşlarının ortasında, alt-orta sınıf mensup, hayattaki en önemli hedefi emeklilik olan ve geçinmek için buna ihtiyaç duyan biriyseniz, ki bu milyonlar demek, seçenekleriniz kısıtlı. Bir yandan, ‘yeni başlangıçlar’ için ne kaynağınız ne enerjiniz var; öte yandan, emekliliğinize şu kadar az kalmışken size doğru dürüst bir emeklilik maaşı verecek bir devletin olup olmayacağı şüpheli hale gelmiş. Yaşlılığınızda sefil olmanın eşiğinde olabilirsiniz.  

Gerçi, Rusya’nın Türkiye için ne öngördüğü, ne düşündüğü konuşulmadan Türkiye’nin yakın geleceği konuşulamaz. Türkiye’yi yönetenler, Rusya’nın kendilerini eş ve eşit bir partner olarak kabul edip ittifak kuracağını düşünüyorlarsa bir nevi gaflet içinde oldukları söylenebilir. Rusya’yı yönetenlerin yerinde olsanız, hafifçe aşağı, güney sınırınıza doğru eğilip baktığınızda nasıl bir ülke görürsünüz? Aşağı yukarı iki yüz elli senelik ilişki tarihini de göz önünde bulundurarak...

İçinde bulunduğumuz gidişatta ben de sözü usta bir Rus’a vererek bitireyim. Kitlelerin “saflığı ve munisliği” tespitine pek katılmasam da, buyrun: “O kurban, her zaman her yerde, aldatılan, budala, çalışan insanlardır; su toplamış elleriyle bütün o gemileri, kaleleri, cephanelikleri, barakaları, topları, buharlı gemileri, limanları, mendirekleri ve tüm bu sarayları, salonları, platformları ve zafer taklarını yapanlar; tüm bu gazetelerle kitapları dizip basanlar ve –besleyip, büyütüp, baktıkları halde onları aldatıp onlara en korkunç faciaları hazırlayan adamların tüketmesi için– tüm bu sülünlerle kiraz kuşlarını, istiridyeleri ve şarapları bulup getirenler; süslenip dalgalanan bayraklar altında yerini almış her amirale ve başkana, havai fişeklere ve bandoya, sağlıklı beyaz dişlerini göstererek, bir çocuk saflığıyla sevinç çığlıkları atan ve etrafa bakmalarına zaman kalmadan, paylarına ne amiraller, ne başkanlar, ne bayraklar, ne de bandolar düşen, paylarına sadece çamurlu savaş meydanı, soğuk, açlık ve elem, önlerine dikilmiş ölümcül düşmanlar ve kaçmalarını engellemek için arkalarına dikilmiş amansız subaylar, kan, yaralar, ızdırap, çürüyen cesetler ve anlamsız, lüzumsuz bir ölüm düşen hep aynı munis, budala insanlar.” (Tolstoy, ‘Vatanseverliğe Karşı’, İngilizceden çeviren: Acar B. Bergi)