Aydın Engin: Bir bilsen ne haldeyiz...

AYDIN ENGİN

On yıl boyunca sana kaç mektup yazdım hatırlamıyorum. Kimilerini tam da çekip gittiğin güne, 19 Ocak’a denk getirdim; kimileri günlerden bir gün içimden sana yazmak geliverdi, oturdum yazdım, yolladım.

“Bu da o mektuplardan biri işte” diye düşüneceksin.

Evet.

Ve hayır...

Evet. Çünkü 10 yıldır mektup yazmaktan öte elimden hiçbir şey gelmedi. Bir de, duruşma günleri Çağlayan Adliyesi’nin önünde, on yıldır eskimeye başlamış bir uzun pankartın ardında toplaşıp ve gitgide azalıp...

Anladın.

Hayır. Çünkü sana hiç bu kadar ihtiyaç duymamıştık. En çetrefil konuları herkesin anlayabileceği yalın cümlelerle anlatma yetine ihtiyaç var, ihtiyacım var.

Dahası hep şaştığım, ara sıra kıskandığım, karşındakini ikna edebilme hünerine öylesine ihtiyaç var, ihtiyacım var ki...

Dinle...

Sana ülkenin siyasal durumu anlatacak filan değilim. Ancak on yıl öncesinden daha kötüyüz. Daha bir köşeye sıkıştık. Siyasal İslam’ın Türk milliyetçiliği bulamacına batırılmış bir saldırısıyla karşı karşıyayız.

Hani çok itiraz ettiğin ‘Türk-İslam sentezi’ vardı ya, işte o, sen buralardayken meğer henüz tohum, bilemedin filiz halindeymiş. Şimdi büyüdü, koca bir çalılık oldu ve zehirli tohumlarını saçmakta.

Adını benim koyduğum, tanımını senin yaptığın Barış Girişimi’nin 2003’te başlattığı ‘Irak’ta Savaşa Hayır’ kampanyasını hatırla. Bir başka ülkeye asker gönderilmesi için TBMM’den izin isteyen tezkereye karşı çıkmış, yeri göğü birbirine katmıştık.

Kolay günlermiş. Şimdi izin tezkeresi neymiş; hem Suriye, hem Irak topraklarında TSK gırtlağına kadar savaşa battı. İtiraz edenler ya polis copu yiyip biber gazı yutmayı göze almalılar ya da gözaltına alınıp, sonra tutuklanıp hapishanelerde volta atmayı...

Senin “Allah Allah, ‘Hem Müslüman, hem demokrat olmak zordur’ derdim ama, bu adam bayağı demokratça laflar ediyor” diye şaştığın biri vardı ya, o şimdi artık demokratça laflar etmiyor. “Demokrasi tramvayı” filan diye bir şeyler dediydi de, sen “Vatman kapıyı açmazsa nasıl inecek?” diye dalga geçtiydin ya, o tramvaydan çoktan indi. Altına bir Osmanlı atı çekti ve memlekete sultan olma yolunda dörtnala kalktı.

“Sultan” dedim, “başkan” değil. “Yargı da benden sorulur, Meclis de benden sorulur, hükümet de benden sorulur” diyor. Eh, kabul et ki buna da “başkan” denmez, hafif kalır; o yüzden “sultan”...

Onu durdurabilecek miyiz?

Bilmiyorum.

Zor gibi...

Çünkü paramparçayız.

Senin çekip gittiğin günlerden daha da paramparça...

Biliyorum, bu karamsar bir mektup oldu. Bu kaçınılmazdı, çünkü içim kapkara. Sırf seni rahatlatmak için tabloyu pembeye boyamamı istemezsin, değil mi?

Biliyor musun, son günlerde bana bir hal oldu.

Meclis’te bizim Garo konuşuyor, ben içimden “Ulan, bu benimki yattığı yerden kalkıp Meclis’e geldi, kürsüye çıktı da konuşuyor” diyorum.

Bir yerlerde Karin’in bir yazısını okuyorum, “Aaa, benimki kalkıp yazı mı yazmış?” deyiveriyorum.

Matbaadan yeni çıkmış Agos’u koyuyorum önüme “Vay koçum Yetvart, yine iyi bir Agos çıkardınız işte” diyeceğime, sana seslenip “İyi olmuş be, haydi gidip bunu ıslatalım” gibisinden bir cümleye başlayıveriyorum.

Diyeceğim, ne kadar çoğaldın sen, bir bilsen...

Mektubu burada keseyim. Agos’un baskı saati geldi de geçiyor gibi.

Hoşçakal. Karamsar satırlarıma bakıp sen de içini karartma. İçimiz kapkara dediysem, yenildik, boyun eğdik, diz çöktük demedim ya...