Kürtçe öğrenme hakkı konusunda sivil inisiyatifi güçlendirmeliyiz

Kürtçe dil hakları çalıştığı için üniversiteden uzaklaştırılan Nesrin Uçarlar’ın anadil hakkı konusunda hükümete de BDP’ye de bir çift sözü var: İki tarafta da insanlar, eylemler değil söylemler siyaset yapıyor. Kürtçe dil hakları için sivil inisiyatifi güçlendirmeliyiz.

FERDA BALANCAR
ferda@agos.com.tr

Nesrin Uçarlar Türkiye’de Kürtçe dil hakları üstüne doktora yaptığı için başına gelmedik kalmayan genç bir akademisyen. Son zamanlarda sık sık gündeme gelen anadilde eğitim hakkını Uçarlar ile konuştuk. Geçen yıl Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nün (DİSA) yayımladığı ‘Dil Yarası’ başlıklı raporun yazarlarından  biri olan Nesrin Uçarlar’ın Kürtçe dil hakları konusunda hem hükümete hem de BDP’ye yönelik eleştirileri var.

 
‘Kürt sorunu dil sorunudur’ görüşü son dönemde sıkça dile getiriliyor. Dil hakları üzerine çalışan bir akademisyen olarak buna katılıyor musunuz?
 
Kürt sorununu dil sorununa eşitlemek indirgemeci bir yaklaşım olur. Kürt sorununun farklı boyutları var. Öte yandan günümüz konjonktüründe dil haklarının Kürt sorununun en önemli ve büyük parçası olduğunu söylemek doğru olur.  
 
Günümüz konjonktürü der-ken ne zamandan beri bu böyle?
 
Tarihsel olarak baktığınızda farklı dönemlerde Kürt sorununun farklı boyutlarının ön plana çıktığını görüyorsunuz. 2000’lerle birlikte kimliklerin ön plana çıkmasıyla birlikte Kürt sorununun dil hakları boyutu ön plana çıktı. 1970’lere, PKK’nin kurulduğu döneme baktığınızda Kürt sorunu bir toprak sorunuydu. ‘Bağımsız Birleşik Kürdistan’ söyleminin revaç bulduğu dönemlerde Kürt sorunu bir toprak sorunu olarak algılanıyordu. Toprak sorunu derken bir toprak parçası üstünde hükümranlık kurma anlamında toprak sorunuydu diyorum. Bu, daha çok 1970’lerin söylemiydi. O dönemde dil sorunu arka plandaydı zira önemli olan bağımsız bir devlet kurmaktı. Bağımsızlık sağlandıktan sonra dil sorunu gibi sorunların çözüleceği umuluyordu. Geçmişten ziyade bugün neyin ön planda olduğu sorunun çözümü yolunda hangi boyutun kendini dayattığı bence daha önemli. 
 
• Peki, bugün Kürtçenin özgür bir şekilde kullanımı daha ön planda… Hükümet ve Kürt siyasetinin, BDP’nin dil hakları me-selesinde uyguladığı siyaseti nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Hem hükümet hem de BDP nezdinde son derece arkaik bir siyaset yapma biçimi egemen. İnsanlar ve eylemler siyaset yapmıyor sadece söylemler siyaset yapıyor. 
 
Kürt siyaseti dil hakları konusunda nasıl bir siyaset ortaya koymalı?
 
Mesela okullarda Kürtçe eğitim isteyen bir siyasi hareketin Kürtçe eğitim verebilecek öğretmen yetiştirmek için şimdiden harekete geçmesi gerekir. İlk Kürtçe kurslar açıldığında Kürtler haklı olarak buna tepki gösterdiler. ‘Ben de vergi veriyorum, ben de eğitim kurumlarında para ödemeden Kürtçe eğitim almak istiyorum’ dediler. Kaldı ki sosyoekonomik açıdan Kürtlerin paralı kurslarda dil öğrenmesi de kolay değildi. Ayrıca eğer bu kurslara rağbet olsaydı, devlet de ‘Bakın Kürtçe sorununu da çözdüm’ diyecekti. Dolayısıyla Kürtler çok haklı olarak bu kurslara rağbet etmediler. Devlet de ‘Bakın gördünüz mü Kürtler Kürtçe öğrenmek istemiyor’ dedi. Hâlbuki Kürt siyaseti ekonomik kaynaklarının bir kısmını ücretsiz eğitim verecek Kürtçe kurslara ayırmış olsaydı, bugün Kürtçe eğitim verebilecek bir insan kitlesi oluşmaya başlamış olacaktı. Bu yönde Kürt siyasetinde çabalar var ama bu çabaların daha da yoğunlaştırılması gerekir. 
İspanya’daki Bask örneğine bakacak olursak, 1980’lere kadar baskıcı Franco rejiminde Basklar kendi dillerini öğrenmek ve öğretmek için gece okulları kurdular. Bu yeraltındaki gece okullarında gizli gizli Bask dili eğitimi veriliyordu. Eğer bunu yapmasalardı Franco rejimi yıkıldıktan sonra İspanya demokrasiye geçtiğinde dil haklarını kullanacak bir kitle olmayacaktı. Bence somut ve sivil bir çok inisiyatif kullanılarak Kürtçe öğrenme hakkı hayata geçirilebilir. Spinoza’nın dediği gibi, bir hak eğer o hakkı kullanacak gücünüz varsa haktır. Üretici olamayan bir muhalefet anlayışı yerine mevcut imkânlar etrafında ama bu imkânları da zorlayarak hak taleplerinizi gerçekleştirmeye çalışırsanız, bugün gerçekçi gibi görünmeyen pek çok talebin aslında ne kadar gerçekçi ve uygulanabilir olduğunu herkese göstermiş olursunuz. 
 
Müfredatın Kürtçe olmasının bireye eğitim sonrası dönemde zorluk çıkaracağından söz ediliyor. Mesela Kürtçe eğitim veren bir okuldan çıkıp da İzmir’de, Bursa’da iş bulmak mümkün olmaz, deniyor…
 
Burada kolaycılığa kaçılıyor. Öncelikle Kürtçe eğitim yerine çok dilli eğitim kavramını kullanmalıyız. Anadilde eğitim deyince herkesin aklına eğitimin sadece Kürtçe olacağı geliyor. Bu zaten bir yanlışı bir başka yanlışla kapatmak demek. Tek dille eğitim yapacaksanız, Türkçe yapmakla Kürtçe yapmak arasında aslında fark yok. Ulus devlete itirazınız varsa da tek dilli eğitimi değil, çok dilli eğitimi savunmanız gerekiyor. Çok dilli eğitim demek çok kültürlü toplum ve çokkültürlü devlet demek. 
 
Çok dilli eğitimin ekonomik olarak çok büyük yük getireceği söyleniyor?
 
Askeri harcamalara veya yıllardır süren savaşa harcanan paralar düşünüldüğünde bunun çok büyük bir meblağ tutacağını sanmıyorum. Çok dilli eğitim aslında barışa yapılmış yatırımdır. 
 
Çok dilli eğitim derken Türkiye’de kaç dille eğitim olacak?
 
Yerel dinamiklere göre bu farklılaşabilir. Mesela Doğu Karadeniz’de Lazca, Hatay’da da Arapça müfredata girebilir. 
 
Bunun için yerel yönetimlerin eğitimde inisiyatif alması gerekmiyor mu?
 
Elbette, yerinden yönetim olmadan bu gerçekleşemez. Mesela il milli eğitim müdürlüklerinin ne iş yaptığı belli değil. Şu anda eğitimle ilgili her şeye Ankara karar veriyor. Oysa her ildeki milli eğitim müdürlüğü o ildeki öğrenci potansiyelini, öğrencilerin hangi dilleri konuştuklarını ve ne tür eğitime ihtiyaçları olduğunu tespit edebilir. Artvin’deki eğitim sorununu Artvinliler çözer. Diyarbakır’daki eğitim ihtiyacının ne olduğunu da en iyi Diyarbakırlılar bilir. 
 
Türkiye’deki gayrimüslim okulları çok dilli eğitime örnek olabilir mi?
 
Gayrimüslim okulları bu ülkede yaşanmış bir deneyim olarak faydalanılabilecek bir örnektir. Ama şunu da gözardı etmemek gerekir; Gayrimüslim okullarının mali yükü hemen hemen tümüyle cemaatlerin sırtına yüklenmiş durumda. Oysa Ermeniler, Rumlar ya da Yahudiler de bu ülkeye vergi veriyor. Dolayısıyla devletin eğitim harcamalarından pay almaları gerekiyor ama bildiğim kadarıyla böyle olmuyor. Eğer gayrimüslim okulları model alınırken çok dilli eğitim yapan kurumların harcamaları tümüyle o okulu kullananların sırtına yüklenirse, yani devlet ‘Kendi okulunu kendin finanse et’ derse bu model yürümez. Halen azınlık okullarına yapılan da haksızlık. Bu haksızlığın da ortadan kaldırılması gerekirken bunu tüm topluma yaymak başka bir haksızlık olur. Çok dilli eğitim kamu harcamalarından hak ettiği payı almalı. 
 
 
 

SEN MİSİN KÜRTÇE İLE İLGİLİ DOKTORA YAPMAYA KALKIŞAN

Marmara Üniversitesi AB Enstitüsü’nde 2001 yılında doktoraya başladım. 2003 yılında “AB bağlamında Kürtlerin kültürel hakları” konulu doktora tez önerimi verdim. Tez önerimi savunacağım gün tez izleme komitesinde bir isim değişikliği oldu. Yeni üye olan Haluk Kabaalioğlu tez önerime “İyi ama Almanya’daki Türkler ne olacak? Bunu karşılaştırmalı olarak yapmazsanız öneriyi onaylamam” gibi bir argümanla karşı çıktı. Ben bu tür bir karşılaştırmalı çalışma yapmayı tercih etmeyince, yeni bir tez önerisi vermek durumunda kaldım. Enstitü ile aramızda, tezin başlığından Kürt kelimesinin çıkartılması ve muhalif üyenin de komiteden ayrılması konusunda bir mutabakat oluştu. Tezi izlemek üzere yeni bir komite kuruldu. Ben de bu arada konuyu dil hakları bağlamında işlemeye karar verdim. Tez önerimi yeni komite kabul etti.  
2008’e kadar her altı ayda bir tez izleme komitesine girerek bu konuyu çalışmaya devam ettim. Bu arada bir yıl kadar da bir doktora değişim programı çerçevesinde İsveç Lund Üniversitesi’ne gittim. Tezin bir bölümünü de orada yazdım. 2008’de tezin son halini AB Enstitüsü’ne teslim ettim. Tezin başlığında dil hakları geçiyordu ama tezin içeriğinde sadece Kürtçe dil hakları anlatılıyordu. Bu çelişkiyi gidermek için tezin başlığını değiştirme isteğimi Enstitüye ilettim. Enstitü yönetimi de tezi değerlendirecek komitenin, tez savunma tutanağına not düşmesiyle başlığın değişebileceğini söyledi. Komite oybirliğiyle tezi başarılı buldu ve aynı zamanda tezin başlığını da değiştirdi. 
Bir ay sonra AB Enstitüsü’nden, “tezinizin başlığı usule aykırı şekilde değiştirildiği ve tezinizin içeriği Anayasanın değiştirilmesi teklif dahi edilemez ilk üç maddesine aykırı bulunduğu için doktora savunma sınavınızın yeniden yapılmasına karar verilmiştir” şeklinde bir yazı geldi. Bunun üzerine 2009’da yeni bir jüri kuruldu. Bu jüride daha önceki jüriden sadece tez danışmanım Günay Göksu Özdoğan vardı. Onun dışındaki, jüri üyeleri, gazetecilik, uluslararası deniz hukuku gibi siyaset bilimi disiplininden uzak bölümlerden gelen akademisyenlerden oluşuyordu. Ben de böyle bir jüriye girmeyi reddettim ve bu nedenle de Enstitü’den atıldım. 
Enstitü aleyhine İdare Mahkemesi’ne açtığım davayı da kaybettim. Mahkeme sadece usul hatası yönünden kararı inceledi. Tezin başlığının değiştirilmesinde usul hatası yapıldığına ve bu sebeple Enstitü’nün doğru karar verdiğine hükmetti. Tezin reddedilmesinin başka nedenleri olduğu yönündeki iddiamızı da mahkeme dikkate almadı. Ben de bunun üzerine 2009’da İsveç Lund Üniversitesi’ne başvurdum ve tezimi orada yeniden hazırladıktan sonra savunarak doktoramı aldım. Bu arada Türkiye’de süren davayı temyizde de kaybettim. Şu anda dava AİHM’de görülüyor. 
Doktoramı aldıktan sonra 11 yıldır çalıştığım Yeditepe Üniversitesi’nde yardımcı doçent oldum. Geçen yıl Diyarbakır Sosyal ve Siyasal Araştırmalar Enstitüsü’nün (DİSA) kuruluşu dolayısıyla ‘Dil Yarası’ başlıklı Kürtçe dil haklarını konu alan bir raporu Şerif Derince ve Vahap Coşkun ile birlikte kaleme aldık. Bu rapor Yeditepe Üniversitesi’nde rahatsızlığa neden oldu ve iki ay önce işime son verildi.

 

Kategoriler

Güncel İnsan Hakları