OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Şehitliğe ‘oynamak’

Oğlunun şehit olduğu haberini alınca, “Ayıp olmasa şimdi güler oynarım” diyen babayı duymuşsunuzdur. Bu topraklarda hiç karşılaşılmadık bir tavır değil; hatta o kadar sık ki, haber değeri var mı tartışılır. Zaten, bu haberlerin değeri haber olmasından değil, ritüel olmasından kaynaklanıyor. Dolayısıyla, her ritüel gibi, ihtiyacı karşılayabilmesi için düzenli aralıklarla tekrarı gerekiyor. Buna rağmen, insan ilk anda hayret ve öfkesini bastıramasa da, özellikle adamın ve karısının, yani ölen askerin annesinin o andaki görüntülerini görünce, tam olarak açıklayamadığım bir nedenle, acıma duygusu ağır basıyor. Bu nasıl bir hayattır, nelere bağlanmıştır, nasıl bir hayat ve insan algısıdır ki oğlunun ölümünden sevinç duyduğunu söylüyor? Bu bakışın, hayatı, sadece o bakışın sahipleri için değil hepimiz için zorlaştırdığını söyleyip geçiyorum. Adamın söylediklerinde ne kadar samimi olup olmadığı da tam olarak bilebileceğimiz bir şey değil. Muhtemelen kendisi bile bunu tam olarak ayırt edemez, söyleyemez. Ne kadarı kendi içinden, yüreğinden geliyor, ne kadarını kendini avutmak için kendine, ne kadarını çevreyi tatmin için ‘el âleme’ söylüyor? Samimiyet bir yana, bunları o adama söyleten ‘bir şeyler’ var. Nedir bunlar? Bu sorunun cevabı halka halka. En iç halkada, siyaset, ideoloji, eğitim ve sosyalizasyon gibi etkenler var. Bunlar hakkında da çok yazıldı, çok konuşuldu. Konuşulması da gerekir, çünkü o mekanizmaları anlamadan, hayatı hepimiz için zorlaştıran bu anlayışı ortadan kaldırmak mümkün değil. Fakat, ben daha dış, daha soyut (metafizik?) bir halka üzerinde durmak istiyorum. O da varlık ve hiçlikle ilgili.

Şehitlik gibi bir durum ve kavram söz konusu olduğunda şöyle düşünenler olabilir: Mademki insan hayatı zamanın sonsuzluğu, kâinatın büyüklüğü karşısında bir hiçtir, zerre bile değildir, o halde onu daha yüce, daha ulvi ülküler için feda etmekte sakınca olmadığı gibi, bu, arzu da edilmelidir. Yani, vatan, devlet, millet, din, Allah, devrim yolunda ölmek, insan için ulvi bir amaçtır. Kanımca bu düşünce ve duygu, insanın ve insanlığın geçiciliğini, anlamsızlığını, daha aşkın, daha kalıcı olduğu düşünülen bazı varlık veya kavramlara bağlayarak, aşma gayretidir. “Varlığımız tek başına anlamsız, o halde onu daha büyük bir hikâyenin parçası yapmalıyız”, “Mademki er geç öleceğiz, bundan kaçış yok, öyleyse ulvi amaçlar için ölelim” demektir.

Evet, insanın ve insan ömrünün geçiciliği, hiçliği bir vakıa ama bunun üstesinden gelmek için daha ‘aşkın’, ‘yüce’, daha ‘büyük’ olduğu düşünülen kavram veya varlıklara yönelmek çare mi? Bunlardan kiminin varlığı şüpheli, kimi ise zaman ve kâinat karşısında insan ömrü kadar geçici ve anlamsız. Yani, zamanın sonsuzluğunda insan ne kadar geçici ve anlamsızsa, vatan, devlet, millet, hatta din de o kadar geçici ve anlamsız. Bunlar zahiri, sanal sığınaklar. Dolayısıyla, bunlar için ölmenin fazladan bir değeri ve anlamı yok.

Peki öyleyse, ne yapacağız? Bana kalırsa, varlığın hiçliği karşısında yapılacak şey, bunu kabullenmek, yüzleşmek, bu fikir ve duyguyla barışık hale gelebilmektir. Evet, söylemesi kolay ve aynı zamanda acı ama bir hiçiz ve öyle de kalacağız. Buna alışmak, rahatlamak, gevşemek, tek gerçeğe, yani hayatın kendisine odaklanmamıza yol verecektir. Konsantrasyonumuz ve özenimiz hayata, yaşamaya yönelecektir. Şimdideyiz, buradayız ve yaşıyoruz. Önü de yok, arkası da... Neden yaşadığımızı bilmiyoruz belki ama yaşadığımızı biliyoruz (Matrix tartışmalarına girmeyelim lütfen). Öyleyse, elimizdeki tek gerçeği hepimiz için daha kolay, huzurlu ve zevkli hale getirmeye odaklanmalı. Amaç bir an önce ölmek değil, mutlu yaşamak ve herkesin de öyle yaşamasına imkân vermek olmalı.

Varlığımızı illa aşkın bir varlığa bağlamak gerekiyorsa, bu neden doğa olmasın? Varlığımızı illa daha büyük bir hikâyenin parçası yapmak istiyorsak, bu neden doğanın döngüsü olmasın? Ondan güzel hikâye mi var? Ayrıca, yukarıda saydığımız kavramların hepsinden daha gerçek, daha somut. Tabii, bir hikâyenin parçası olabilmek, önce o hikâyeye saygı duymayı gerektirir. Doğadan bu kadar uzaklaşmışken, onu düşman bellemişken, bu mümkün değil.

Peki, hayatta hiçbir şey uğruna ölünmez mi? Bunu sorarken bireysel bazda düşünmüyorum. Yoksa, insan pekâlâ çocuğu için ölür; ne bileyim, kimileri aşkı için ölür, diyecek bir şey yok. Benim sormak istediğim, kamusal, kolektif bir neden. Benim açımdan bunun cevabı özgürlük olabilir. İnsan özgürlüğü uğruna ölebilir, çünkü onu kısıtlamak için yapılan şeyler, elimizdeki tek gerçeğimize yani hayatımıza yapılmış saldırılardır. Özgürlüğümüze sahip çıkmak, elimizdeki tek gerçeği korumaktır. “Peki ya, onur?” diyebilirsiniz ama zaten ancak tam manasıyla özgür olan insan onurlu olabilir. Özgürlüğü korumak, onurunu korumaktır.