OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

İntikam denizinde boğulan çocuklar ve Zarrab

Türkiye toplumunda adalet kavramına dair bütün temel ilkeler yok olmuş durumda. “Zaten hiç olmadı” derseniz, o da doğru ama adalet fikrinin ve mekanizmasının dizginleyici kuvveti neredeyse tamamen ortadan kalkınca kişilerin bütün ahlaksızlıkları, acımasızlıkları, vicdansızları ayyuka çıktı. (Bu toplum ahlak deyince sadece apış arasıyla ilgili konuları anlar, ondan başka ahlaksızlık yoktur gözünde. Orada da söz konusu olan tamamen bir ikiyüzlülüktür, kendi yapmak isteyip de yapamadıklarını başkalarının yaptığını duyarsa, ona “ahlaksızlık” der. Neyse, bu başka bir konu.) Geçtim kurumsal, resmî adalet mekanizmalarının iflasını, insanların, bir yatay kontrol mekanizması olarak, kendilerine benzeyenlerden tepki görmek gibi bir çekincesi de kalmadı. Biliyorum, bu söylediklerimin de bir ‘haber değeri’ yok ama Ege’de boğulan üç çocuklu ailenin ölümü üzerine yapılan ‘sıradan insan’ yorumlarını okuyunca dayanamadım. Neymiş, “Onlar da FETÖ’ye yardım etmeseymiş”; neymiş, “Onlar da darbeye destek vermeseymiş”; neymiş, “Balyoz vs. mağdurlarını hatırlayıp bu insanlara üzülmüyorlarmış”... İşte bu gibi yorumlarda, “Adalet nedir, nasıl sağlanır?” gibi sorulara dair en ufak bir, bırakın düşünceyi, sezgi bile yok. Bu durum en fazla, ‘bir toplu intikam histerisi’ olarak tarif edilebilir. O aileyi, anneyi, babayı tabii ki hiç tanımam; tanısam belki de hayat görüşlerimizin hiç uyuşmayacağı, belki de hiç sevmeyeceğim insanlardı ama fark etmez, çünkü bu, bireylerin ideolojileri, kültürleri, yaşam biçimleriyle değerlendirilecek bir durum değil. Bu, nasıl bir sosyal ve siyasi düzenimiz olduğuyla ilgili, ve maalesef o da dibine kadar çürümüş durumda. Hangi siyasi görüşe, hangi partiye yakın olursanız olun, olayları nasıl değerlendirirseniz değerlendirin, üç çocuklu bir ailenin ülkeden kaçarken denizde boğulması ve bunun arkasındaki hikâye karşısında sizde ‘Bu işte bir yanlışlık var’ hissi uyanmıyor, başınız öne düşmüyorsa ya da iki yana sallanmıyorsa kendinizden korkun, çünkü o bedende hangi kötülükleri, hangi habis ruhu taşıdığınızı siz bile bilmiyorsunuz demektir. O denizde boğulup, son yıllarda yetişkinlerin pisliklerinde can veren herhalde onbinlerce çocuğa katılan üç çocuk için ise ne diyeceğimi bilemiyorum. İş çocuklara gelince, hissettiğim sadece şu ki, umarım Allah vardır ve bu çocukların hesabını hepimizden çatır çatır sorar – tabii, hesaba ve cezalandırmaya kendinden başlaması gerekir. Bu da onun paradoksu olsun.

KHK mağdurlarına dair ne zaman bir şey söylenecek olsanız, yukarıda alıntıladığım türden laflarla karşılaşıyorsunuz. Halbuki, KHK’yla atılan onbinlerce insan var, bunların kahir ekseriyetinin darbe girişimiyle veya adına ‘FETÖ’ dedikleri yapıyla somut bağı nedir belli değil. Binlerce kişi için, toptan “Onlar da şöyle böyle yapmasalardı” demekle olmaz. Adalet gibi bir derdiniz varsa her birinin ne yaptığını tek tek somut olarak ortaya koymak zorundasınız. Eğer ceza kanununa göre bu insanların bir suçu varsa, kurun mahkemelerini, kesin cezalarını; hiç olmazsa gün sayarlar. KHK’yla atılan insanların birçoğu da zaten Gülen cemaatine göre siyasi yelpazenin karşıt ucunda yani solda yer alan kişiler. Uzun lafın kısası, bu KHK’ların adalet sağlamak gibi bir derdi olmadığı açık; mesele, Türkiye devleti tarihinde birçok kere olduğu gibi bir tasfiyeden, yandaşlara alan açmaktan ibaret.

Balyoz kıyaslamasına gelince. O davaların tamamen uydurma, tamamen komplo olduğuna o gün de inanmadım, bugün de inanmıyorum. Öte yandan, orada da adaletten ziyade tasfiye mantığının işlediği görüldü, birçok insana haksızlık yapıldı, zulmedildi ama bunları bugünkü zulümlerin gerekçesi yapınca Türkiye daha iyi, daha yaşanılır bir ülke olmuyor maalesef. Girdiği adaletsizlik döngüsünde debelenen bir ülke oluyor.

Zarrab notu: Zarrab davasının ABD tarafından Türkiye’ye karşı kullanıldığı, bu davanın Türkiye için bir güvenlik meselesi haline geldiği yorumlarını sık sık okuyor, duyuyoruz. İyi de, madem öyle, ortaya dökülen pis işlere, ilişkilere zamanında sizler karşı durup bunları temizleseydiniz de ABD’ye söyleyecek söz kalmasaydı, bu dava da Türkiye için güvenlik meselesi haline gelmeseydi. Yoksa bu Türkiye’den ziyade AKP yöneticilerinin güvenliği meselesi olmasın? 17-25 Aralık’ta sormanız gereken, çok basit bir soruydu oysa: Bu tapeler gerçek mi, değil mi? Gerçek idiyse, diğer her şey ikincildi. Önce o tapelerin içeriğinin üzerine gidecektiniz, sonrası sonra(ydı). Bunu yapmadan, “darbe, montaj vs.” yazıları yazanlar –ki aralarında bugün AKP ve Erdoğan tarafından ıskartaya çıkarılmış, adı liberal olanlar da var–, o pisliği afiyetle yiyenler, bize de yedirmeye çalışanlar düşünsün şimdi, bütün Türkiye değil. (Gerçi, ABD siyasi mekanizmalarına da bu davada pek güven olmaz, bu davayı kadük etmek için uğraşanlar var gibi.) Siyaseti yaparken de, yorumlarken de ilkelerden ayrılmayacaksın. Yorumlarını ilkelere göre değil de, siyasetin yakın gelecekte alacağı şekle dair öngörü veya tahminlerine veya güçlünün yanında konumlanma, böylece siyasi karar alıcıları etkileme hesabına göre yaparsan, görüldüğü gibi olaylar öyle bir gelişir ki ayakların dolaşır, bir bakarsın, bırak etkili olmayı, şarampole yuvarlanmışsın. Yorumcunun işi, kendi ilke ve düşüncelerine göre doğruya doğru, yanlışa yanlış demek; pislik örtmek değil. Sen örtersen, senin hoşlanmayacağın başkaları açabilir.