OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Avrupa’nın Türkiye çelişkileri

Geçen haftaki yazıda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Türkiye’deki demokrasi ve özgürlükler sorununun çözümünde nihai merci olamayacağını, çünkü içinde bulunduğumuz durumun, çok önemli hukuki sonuçları ve hukuki ayağı da olmakla birlikte, esasen siyasi bir sorun olduğunu söylemiştik. Dolayısıyla, siyasi olan sorunun çözümü konusunda, AİHM gibi hukuki bir organının değil, Avrupa’nın gerek AB, gerek devletler düzeyinde siyasi kurumlarının inisiyatif alması gerektiğini, fakat bunun da Avrupa açısından kolay olmadığını belirtmiştik. Türkiye’nin, insan hakları ve özgürlükleri çiğneyen, baskıcı bir devlet haline gelmesi karşısında Avrupalı siyasi organların yapabilecekleri eylemler, siyasi ve ekonomik yaptırımlar olarak tanımlanabilir. O veya bu kurumdan, organizasyondan çıkarmaktan tutun da ticari ilişkileri kesemeye veya düşük düzeye indirmeye kadar bir dizi önlem olabilir. İşte bunları hayata geçirmede Avrupa’nın çelişkileri, paradoksları var. Yazının sınırları dahilinde elimizden geldiği kadar onlara bakmaya çalışalım. 

Birinci çelişki kategorisi, ‘Avrupa’nın ikiyüzlülüğü’ diye tanımlayabileceğimiz bir durum ama bu Türkiyeli sağcıların veya ulusolcuların kastettiği türden, başkalarına ‘demokrasi dersi’ verirken kendi anti-demokratik olma türünden bir ikiyüzlülük değil. Şöyle ki, Avrupa menşeili şirketlerin Türkiye’deki yatırımları, aldıkları ihaleler ve nihayet kârları milyar dolarlar mertebesinde. Avrupa tarafından Türkiye’ye getirilecek ekonomik kısıtlamaların bunlara da zarar vereceği aşikâr. Avrupalı siyasi karar alıcıların, kendi ülke şirketlerinin baskısı yüzünden de, bunu göze alması zor. İkiyüzlülük ise şurada ki, insan haklarını ‘yüce ve her şeyin üzerinde bir değer’ olarak tanımlarken, iş ekonomik çıkarlara gelince, Avrupa da bu konuda pekâlâ kulağının üzerine yatabilir ve yatıyor. Bunlar bilindik, hatta malumun ilamı niteliğinde şeyler, ama belirtmeden geçmek olmaz.

Avrupa’nın Türkiye devletine (bu paragrafta Türkiye derken Osmanlı’yı da katarak konuşuyorum) karşı sertleşmesini veya onu kaderine terk etmesini engelleyen ikinci çelişki kategorisi, devletlerarası politikayla ilgili, kısaca ‘Rusya korkusu’ diyebileceğimiz bir kategoridir. Bu, bugün de devam etmekle birlikte, ben diyeyim 150, siz deyin 200 senelik bir durumdur ve Rusya’nın rejiminden bağımsızdır. Rusya’da ister çarlık olsun, ister komünizm, ister şimdiki gibi seçimli otokrasi, bu dinamik etkili olagelmiştir. Gene sağcıların ve ulusolcuların bakışlarının tersine, Osmanlı-Türk devletini Rusya karşısında yıkılmaktan, sonlanmaktan birçok kez Avrupa kurtarmıştır. Bu korku kimi zaman, Kavalalı Mehmet Ali Paşa vakasında olduğu gibi dolaylıdır. Yani, kendi valisi karşısında yıkılmanın eşiğine gelen Osmanlı Devleti Rusya’dan yardım istemiş, bu vesileyle Rusya’nın Osmanlı ülkesinde nüfuz sahibi olmasından çekinen Avrupa, başta İngiltere olmak üzere, araya girerek Mehmet Ali Paşa’yı hizaya çekmiştir. On yıllar sonra, 1877-78 Savaşı sonucunda Osmanlı’yı bitirme noktasına getiren Rusya’yı geri püskürten, gene başta İngiltere olmak üzere, Avrupa diplomasisi olmuştur. İyi mi yapmışlar bilemem ama, bizim sağcı ve İslamcıların küfrettiği İngiltere, Osmanlı’yı batmaktan en az iki kere kurtarmış. O arada da Kıbrıs’ı ‘götürmüş’ ama bu, Abdülhamit’e makul bir bedel görünmüş olsa gerek. Başka örnekler de sayabiliriz. İkinci Dünya Savaşı sonrası Stalin’in Türkiye üzerindeki baskıları da gene Avrupa (başrolde bu sefer ABD olmakla birlikte) ittifakıyla aşılabilmiştir. Uzun lafın kısası, Avrupa Türkiye üzerindeki baskılarını, onu ‘Rusya’ya kaptırmak’ korkusuyla belli bir seviyenin üzerine çıkarmaya çekinecektir. Üstelik, Avrupa’nın bugün Rusya karşısındaki konumu ne kadar sağlamdır, tartışılır. Yalnız, şunun da hakkını vermek gerekir ki, II. Mahmut’tan Tanzimat paşalarına, Abdülhamit’ten Atatürk’e, Osmanlı-Türk devlet adamları da Avrupa ve Rusya kartlarını birbirine karşı belli bir başarıyla, ne birine ne ötekine tamamen teslim olmadan oynayabilmiştir. Her defasında ya Avrupa’yı ya Rusya’yı ‘kandırmayı’ başarmışlardır. Örneğin, ‘Kurtuluş Savaşı’ olarak adlandırılan savaş Bolşevik Rusya’dan alınan kaynaklar olmasaydı kazanılabilir miydi, çok şüpheli. Taksim’deki Hürriyet Anıtı’na boş yere Rus generallerin heykelleri konmadı herhalde. (Evet, aranızda duymamış olanlar olabilir ama o anıtta iki Rus generalin de heykeli var. Bir daha çiçek koyarken hatırlayın. Peki, Türkiye’nin ‘istiklal’inin sembolü o anıtta, neden ‘ezeli ve ebedi düşman’ olduğu söylenen Rusların yeri var? Soru benden, araştırması sizden.) Bu tehlikeli dansı, Osmanlı-Türk diplomasisi 200 senedir belli bir başarıyla götürüyor dedik; bakalım Erdoğan ve şürekâsı bunu nereye kadar devam ettirebilecek. Avrupa ve ABD’nin oluşturduğu Batı bloğu ile Rusya’nın, Türkiye’nin kaderi hakkında hemfikir oldukları gün, bu dansın müziği de herhalde susacaktır. Tabii, bu mesele çok değişkenli. Örneğin, yukarıda, tarihsel olarak baktığımızda Rusya’nın rejiminin bu durumu değiştirmediğini söyledik ama şimdiye kadar Rusya’da uygulanmamış bir rejim var: Avrupa standartlarında, insan hak ve özgürlüklerine saygılı bir demokrasi. Pratik olarak zor gözükse de, teorik olarak şu soru sorulabilir: Rusya’da böyle bir rejim olsa, Türkiye, Avrupa (Batı) ve Rusya arasındaki üçlü ilişki tarihten geldiği şekilde devam edebilir mi? Spekülatif bir iddia belki ama, o zaman Türkiye’nin işi de zorlaşacaktır.

Bir de, üçüncü çelişki kategorisi olarak, Avrupa’nın Türkiye’ye karşı alacağı ekonomik ve siyasi kısıtlama kararlarının yol açacağı muhtemel istikrarsızlık ve bunun Avrupa’ya etkileri var ama yerimiz kalmadı, haftaya devam edelim.