Kayseri’den Amerika’ya canlı yayın tadında mektuplar

Garabed Kocayan ve babası Harutyun, bir yıl arayla 1912 ve 1913’te Kayseri yakınlarındaki Efkere köyünden ABD’’ye göç ederler. O çok sevdikleri köylerini bir daha hiç göremezler. Anavatanlarından geriye hatıraları ve 1912-15 arasında Efkere’de bıraktıkları sevdikleri tarafından yazılmış bir deste mektuptan başka hiçbir şeyleri kalmaz. İşte o mektuplar, yüz yıldan fazla bir süre sonra özenle Türkçe ve İngilizceye çevrilerek okuyucuyla buluştu. Büyük bölümü dönemin ve bölgenin Türkçesinde Ermeni harfleriyle yazılmış mektuplar, artık yok olmuş olan Efkere Ermenice diyalektinde pasajlar da içeriyor. Kitabı yayına hazırlayanlardan ve aynı zamanda mektupları Türkçeye çeviren tarihçi Şükrü Ilıcak ile konuştuk.

Bu mektupların Türkçe ve İngilizce olarak yayınlanmasında, kitabın girişinde Jonathan Varjabedian’ın da belirttiği gibi çok önemli bir katkınız var. Bu nedenle öncelikle okurlarımıza sizi tanıtarak başlayalım. Kendinizden söz eder misiniz Şükrü Bey? Ermenice bilginiz, Ermeni harfli Türkçe metinlere vukufiyetiniz nereden geliyor?

Şükrü Ilıcak

Ankara’da doğdum ve büyüdüm. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde uluslararası ilişkiler, sonra sırasıyla Bilkent, Brandeis ve Harvard üniversitelerinde tarih okudum. Özel ilgi alanım ise Osmanlı döneminde ‘milel-i selase’ (üç millet) denilen ve Türklerle birlikte imparatorluğun dört bir yanına yayılmış olan Yahudiler, Ermeniler ve Rumlar. Bu insanların dillerini öğrenip, şarkılarını ve yazıp çizdiklerini anlamayı Mülkiye’de öğrenciyken kendime hedef belirlemiştim. Lakin, 1990’ların başında, özellikle de bir Ankaralı için bu iş hiç kolay değildi. Rumca öğrenebileceğim en yakın yer Atina’ydı. Dil kurslarına devam etmek için senelerce Ankara’dan Atina’ya otobüsle gittim geldim. Hrant Dink ile 1990’ların ortasında Ermenice öğrenmeye çalışırken tanışmıştım; ancak beni bir yere yönlendirememişti. O dönem Amerika’da Ermenice öğrenebileceğim bir yer ya da kişi bulmak İstanbul’da bulmaktan daha kolaydı. Brandeis’da yoğun İbranice dersleri aldım. Ermenice’yi de Harvard’da James Russell ile teke tek yaptığımız derslerde ‘tedris ettim’. 2006’da sınıf arkadaşım Rachel Goshgarian ile yazdığımız Türkçe üzerinden Ermenice öğreten kitap Ermeni Patrikliği tarafından yayınlandı. Kitabımıza en büyük ilgiyi Ermenice bilmeyen Ermeniler göstermişti.

‘Kocayan Mektupları’ kitaba yazdığınız girişte de belirttiğiniz gibi sizin ‘Ermeni meselesi’ne bakış açınızda adeta bir mihenk taşı işlevi görmüş. Bunu biraz açar mısınız?

Jonathan Varjabedian ile 2001’de sahibi olduğu efkere.com üzerinden tesadüfen tanıştık. Dedesinden kalma mektuplar olduğunu ve bütün çabalarına rağmen kimseye tercüme ettiremediğini söyledi. Gönderdiği örneklere baktığımda çoğunun Türkçe olduğunu gördüm. Hızla tercümeye başladım. Çevirdiğim her mektupla o dönemin köy hayatı ve aile ilişkileri son derece renkli ayrıntılarla gözlerimizin önüne serilmeye başladı. Ve Ermeni meselesini, aşırı tarihselleştirilmiş bir biçimde ve -her ne kadar çok sulandırılmış bir versiyonunda da olsa- resmi tarihin çizdiği zihinsel resim çerçevesinde algıladığım ancak o zaman kafama dank etti. Çocukluğumuzdan itibaren bize belletilen bu resimde Ermeniler, gerçek hayatlar yaşayan gerçek bireyler olarak değil, kurgusal ‘siyasal hayvanlar’ olarak yer alıyor. Yani parçalanan bir imparatorluktan pay kapmaya çalışan ve yekpare hareket eden, silahlanıp ayaklanmış, düşman bir millet. Mektupların kahramanlarının en büyük derdinin kışı çıkartacak kadar yiyecek depolamak olduğunu görünce, nasıl oldu da o kadar okumama rağmen, onca sene milyonlarca insanı aynı kutuya tıkıştırarak algıladım diye oldukça hayıflandım. Mektuplarda güvenliği herhangi bir şekilde tehdit eden insanlar değil, “derdimin ortağı sevgülü oğlum, nazik hatırını süval ederim” diye oğluna hasretle seslenen bir anne, ailesini çok zor koşullarda geçindirmeye çalışan bir baba, siyasetle ilgileri dedikodu düzeyinde olan köylüler vardı. Seven, acı çeken, kıskanan, özleyen, tarıma dayalı bir yaşantıda yağmuru bekleyen, son derece sıradan insanlar. Dolayısıyla, bu insanların Kayseri’den Urfa’ya kadar yürütülmelerinden, sonra da muhtemelen katledilmelerinden aslında bir şekilde kendilerinin sorumlu olduğunu kabullenmek -ki resmi anlatı böyle düşünmeye yönlendiriyor- zul gelmeye başladı.

‘Kocayan Mektupları’ Türkiyeli okurun Ermenilerin bu topraklarda yaşadıklarını anlamasında nasıl bir işlev görebilir?

‘Kocayan Mektupları’nı okuyanların, anlattığım kişisel tecrübeye benzer bir algısal dönüşüm yaşayacaklarına inanıyorum. Kaynak malzemenin mektuplar olması da bunda önemli rol oynayacaktır. Bunlar, sonradan herhangi bir acendayla yazılmış anı tarzı metinler değil. Mektupları okurken, yazarın o andaki hissiyatını, düşüncelerini, mahrem hayatını ve o günkü koşulları neredeyse canlı yayında naklen izliyormuşsunuz hissine kapılıyorsunuz. Ve bunu da muhteşem bir Türkçe üzerinden tecrübe ediyorsunuz ki, etkisi kat kat artıyor. Ayrıca, ‘Kocayan Mektupları’, benzersiz bir kaynak oluşturuyor. Sıradan insanların hayat hikâyeleri bildiğim kadarıyla ilk kez okuyucularla buluşuyor. 

SÖYLEŞİNİN DEVAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN 



Yazar Hakkında

1967 İstanbul doğumlu. Agos yazı işleri müdürü ve kitap eki Kirk'in editörü; güncel politika, dini akımlar, tarihle ilgili güncel tartışmalar ve yeni çıkan kitaplar hakkında haberler yapıyor.