Taşranın yeniden keşfi olarak ‘Arı Fısıltıları’

CELAL GALİPOĞLU

Bir önceki romanı ‘Ağıtın Sonu’ ile Duygu Asena ‘Kadının Hâlâ Adı Yok Roman Ödülü’nü kazanan Menekşe Toprak’ın yeni romanı ‘Arı Fısıltıları’ geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları tarafından yayınlandı. Biz de Menekşe Toprak ile yeni romanından yola çıkarak, toplumsal travma zamanlarında yazarların aldıkları tutumu, bu travmaların edebiyata etkisini,  taşrayı ve göçmenliği anlatmak arasındaki farklılıkları konuştuk.

İki kitabınız arasında Türkiye bir sürü toplumsal travma yaşadı. Böyle zamanlarda bir yazar için yazmak daha mı zor olur? Ya da yazar her şeyden kaçmak için yazıya daha mı çok sığınır?

Etrafımızda bir acı sürekli bir diğerinin üzerine eklenirken ve gündem bir öncekini aratırken insanın kendini bambaşka dünyalara kapatması gerçekten zor. Üstelik ben bu dönemde çalışmakta olduğum, Almanya’da yayın yapan radyo için sık sık İstanbul’da yerinden röportajlar hazırlamak zorunda kaldım. Gezi’yi takip eden süreci, Berkin Elvan’ın cenazesini bir radyocu olarak da takip ettim. Çalışırken çok zorlandığım, duygusal olarak çok etkilendiğim zamanlar oldu. Ama öte yandan, tam da bu nedenlerle edebiyata sığınmak iyi geldi. Edebiyatın yalansız ve sağaltıcı yanı, geleceğe inancımı korumama vesile oldu ve olmaya devam ediyıor. Edebiyatın hayatımda hep böyle bir işlevi olmuştur zaten. 

Buradan devam edelim. Romanınızda bu travmalardan izler de var. Mesela Berkin, Ankara Garı Katliamı… Güncel politik olayların edebiyatın içinde yer alması sizin için ne ifade ediyor?

Aslında günceli yakalama ihtiyacından çok, anlatıdaki zamanın ruhunu yakalama arzusundayım. Ve bu bir nüve olarak diğer romanlarımda de hep var. ‘Temmuz Çocukları’ mesela 1990’ların sonlarında parçalanmış bir göçmen ailenin yirmi dört saatlik bir zaman dilimini anlatır. Milenyum eşiğindeki bilişim teknolojisi, kentsel dönüşüm gibi konular kahramanlarımı meşgul ettikleri oranda yer alırlar bu romanda. Keza, ‘Ağıtın Sonu’ romanım da bugünün İstanbul’unda tutunmaya çalışan Fatma’yı anlatırken onun dokunduğu dönemlerin ve mekânların ruhunu yansıtarak ilerler. Çünkü, eserlerimde her ne kadar bireyi anlatsam da, bireyin içinden çıktığı toplumu unutmayan yazarlardanım. Tam da bu nedenle: Üç farklı ölüm biçimi üzerinde düşünmek, tartışmak ve bunları arılarla ilişkilendirerek anlatmak bana cazip geldi; ancak tanıklık ettiğim somut ölümler içimi yaktığı için de ‘Arı Fısıltıları’ yazıldı. Romanda Suna’nın karşısına Ankara katliamına benzeyen bir katliam sırasında Berkin’in çıkması hem bilinçli bir tercih, hem de kendiliğinden yazılan bir şey. Çünkü ‘Arı Fısıltıları’nda nesilden nesle devredilen, sürekli tekrarlanan genç ölümlerin ve buna bağlı yasın anlatımı var. Ana karakterim Derviş’se yastan, kederden, kalabalıklardan kaçmaya çalışırken – ki Derviş’in üç cenazeyle doğrudan bir akrabalığı ve bağı bile yok - bu yasa ortak olur. Onun yaşadıklarını toplumsal belleğimiz olarak da okuyabilirsiniz. Böyle bakıldığında, ‘Arı Fısıltıları’nın güncelliğini hiç yitirmeyen bir tekrarın anlatısı şeklinde görülmesini isterim. 

Önceki kitaplarınız daha çok göçmenliği, ‘yersiz yurtsuzluğu’ anlatıyordu. Bu sefer taşrayı anlatıyorsunuz.  Taşra anlatılarına hem edebiyatta hem sinemada sıklıkla rastlıyoruz son zamanlarda. Taşraya dönük ilgi ve bu anlatılar hakkında ne düşünüyorsunuz? Edebiyatın bir merkezi ya da taşrası var mı sizce?

Doğayı yitirme korkusu ve ona dönme ihtiyacıyla birlikte taşranın yeniden keşfedildiğini sanıyorum. Sadece bizim edebiyatımızda ve sinemamızda değil, Türkçeden sonra en iyi takip ettiğim Alman edebiyatında da görüyorum bunu. Edebiyatın tek merkezinden söz ederken İstanbul’u işaret ediyorsanız, gerek ‘Arı Fısıltıları’yla, gerekse diğer kitaplarımla (‘Ağıtın Sonu’ romanım ve bazı öykülerim İstanbul’da geçmesine rağmen) bu merkezin dışındayım, baştan itibaren. Çünkü her türlü merkezin çeperlerinde dolaşan, yerleşemeyen insanları anlattım ve anlatıyorum çoğunlukla. Öte yandan, bugünkü taşra otuz kırk yıl önceki taşra gibi de değil bana göre. Yıllardır Anadolu’yu gezer, köylerine giderim – ki ‘Arı Fısıltıları’ bu gezmelerimin ürünüdür – hiçbir yer çocukluğumun, ilk gençlik yıllarımın yerleri gibi değil artık. Buna neden olarak televizyonu, internetin etkisini, göçü ve geri göçü, değişen üretim biçimlerini sayabiliriz. ‘Arı Fısıltıları’ zaten bir yönüyle bunun anlatımıdır: Yani taşranın yeniden keşfi.   

‘Arı Fısıltıları’ndaki gibi bir mekânın yerlisi olan ile oranın misafiri/göçmeni olanı anlatmanın teknik olarak farklılıkları var mı peki?

Olmaz olur mu? Her şeyden önce yerleşik olanla misafir olanın arasında önemli bir dil farkı var. Bu yüzden okurlar - her ne kadar üçüncü tekil şahıs anlatımını seçmiş olsam da -  romanda karakterlere göre değişen dilleri, sözcük seçimlerini de keşfedeceklerdir. Yani yer yer yazarın ortadan kalktığı ve ses olarak karakterlerin egemen olduğu bir roman bu. Örneğin Zahide: Bildiği bir yerdedir, bu yüzden alabildiğine sesli ve öfkelidir. Olcay’sa bir an karşısında durup büyülenmiş olduğu dağlara yakın olmayı arzulayan, ancak sadece geldiği yere değil,  hayatın kendisine de yabancı olduğu için okurla doğrudan konuşmayan bir karakterdir. Bu yüzden onun bu dünyadaki hikâyesini dolaylı olarak ablasının, derdini ise taşranın yani doğanın en yerleşiği sayılan arıların ve Zahide’nin üzerinden öğreniriz. 

Romanınızda iç içe geçen ölümler var. Diğer metinlerinizde de ölüm olgusu ile karşılaşmıştık. Bu olgunun sizin edebiyatınızdaki yeri ne? Ya da sizi ‘ölüm’ü sorgulamaya/anlatmaya iten bir temel güdü var mı?

Korku. Ölümü anlatırken bir inanca, Tanrı inancına yaklaşma ihtiyacı belki de. 

‘Arı Fısıltıları’, Duygu Asena Roman Ödülü’nü kazanan son romanınız ‘Ağıtın Sonu’nun ardından yayımlanan ilk kitabınız. Ödül almış bir yazar olmak, yazarken sizi etkiledi mi? Ya da daha geniş bir şekilde ödül almak bir yazarı nasıl etkiler?

Ödül almanın tatlı yanı şu: Her şeyden öce yazının içinden gelen, üyelerinin iyi okurlar olduğunu bildiğiniz bir jüri tarafından beğenilip onaylanmak mutlu ediyor sizi.  Tabii böyle bir ödül bir yandan da daha görünür olmanızı sağlıyor. Ama bir hikâye anlatmak, bir anlatının peşine düşmek üzere masanızın başına geçtiğinizde, bunun hiçbir önemi kalmıyor. Çünkü her yeni metinde sıfırlanmış olarak, üstelik kendinizi tekrarlamama ve yeni bir şey anlatma ihtiyacıyla hep yeniden başlamak zorundasınız. 

Şöyle bitirelim, ‘Arı Fısıltıları’nı Menekşe Toprak edebiyatı içerisinde nereye koyuyorsunuz?

Aslında kendi eserlerimi yorumlayıp kategorize etmekte zorlanıyorum. Yine de yazma sürecindeki duygumu anlatabilirim. ‘Arı Fısıltıları’nda her şeyden önce daha cesur, daha sert olduğumu sanıyorum. Hem bir politik roman olması hasebiyle, hem de normal kavrayışımız için zor olabilecek bir anlatı perspektifini denemiş olmam nedeniyle cesur. Çünkü arılar ve ruhlar üzerinden bir hikâye anlatırken sürekli bir uçma halindeydim; fakat bir yandan da ne kadar uçarsam uçayım bir
zemine dokunmam ve inandırıcı olmam gerekiyordu. Bu haliyle de ‘Arı Fısıltıları’ diğer romanlarımın yanında deneysel bağlamda daha uçarı
bence. 

Arı Fısıltıları

Menekşe Toprak

İletişim Yayınları

204 sayfa.