OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Alarm zilleri

Duyduğunuzda savunmaya geçmeniz gereken birtakım siyasi ‘fikir’ ve söylemleri tekrar hatırlamakta fayda var. Bir nevi alarm zili gibi, kulaklarımızı dikeceğimiz sözler...

Sanki 20. yüzyıl, onun soykırımları, dünya savaşları, derin acıları hiç yaşanmamış gibi, Avrupa’da sağ, popülist, ırkçı akımlar yükselişte. İnsanlar, en azından bir kısmı, bütün bunları unutmuş gibi, aynı yolu bir kere daha yürümenin peşinde. Türkiye’de ise zaten sağ hiçbir zaman ‘düşmediği’ için yükselmesi de gerekmiyor. Türkiye, ırkçılık ve ayrımcılık yolunda zaten sebat etmiş bir ülke. 
Küresel diyebileceğimiz bu gidişatta bazı, aslında çok iyi bilinen veya bilinmesi gereken olay ve ilkeleri tekrar tekrar hatırlamak, hatırlatmak gerekiyor sanırım. “O eşşek o çukura daha evvel düştü” diyebilmek için... Soykırımlar öncesinde ve sırasında yaşananları hatırlamak bu işin bir parçası örneğin. Aynı şekilde, duyduğunuzda savunmaya geçmeniz gereken birtakım siyasi ‘fikir’ ve söylemleri de tekrar hatırlamakta fayda var. Bir nevi alarm zili gibi, kulaklarımızı dikeceğimiz sözler...
Savunmaya geçilmesini gerektiren söylemlerin bir türü, uzak veya yakın bir ‘altın çağ’ barındıran ve buna dönüşü vadeden, romantik, mistik söylemlerdir. Romantik denince bizim ülkede genellikle güllü dallı aşk hikâyeleri anlaşılır ama siyasi romantizm bundan başka bir şeydir ve neredeyse her zaman militarizmle kol kola gider. Örneğin, tarihin bir dönemine atıfla yazılan ‘millî şeref’, kahramanlık hikâyeleri siyasi romantizmdir; insanları duygular yoluyla harekete geçirmeye çalışır. Ömer Seyfettin’in ‘Başını Vermeyen Şehit’i mesela... Bu hikâyedeki, savaş meydanında kafası kesildikten sonra bile, kellesini kucağına alana kadar savaşmaya devam eden askeri hatırlayacak olursanız, mistisizmden de ne kastettiğimi anlarsınız. (Psikoloji uzmanlık alanım olmasa da Ömer Seyfettin’in sürekli müşahede altında tutulması gereken bir akıl hastası olduğunu düşünüyorum.) Velhasıl, eğer birileri, hayali veya gerçek (onlar hep gerçek olduğunu iddia ederler), geçmişteki bir dönemi övüyor, idealize ediyor ve onu canlandırmaya çalışıyorsa onlara karşı dikkatli olmak gerekir. Soyut, mistik ve mitik hikâyelere değil, somuta ve şimdiye odaklanan siyasete itibar etmek gerekir. 
Kimileri de, geçmişteki bir altın çağa değil, ölümden sonra olduğuna inanılan öteki hayata odaklanan siyaset peşindedir. Ölümden sonraki hayata inanıp inanmamak kişinin kendi bileceği iştir; fakat öteki dünya odaklı, yani bu hayattaki kamusal tercihlerin, varlığı iddia edilen öte dünya baz ve esas alınarak yapılmasını savunan siyaset de, aynı altın çağ siyaseti gibi, dikkati ‘şimdi’den kaçırdığı için karşı olunması gereken bir yaklaşımdır. 
Siyasi romantizmin militarizmle el ele gittiğini söyledik ki zaten ölümü, ölmeyi, öldürmeyi öven, örneğin şehitlik söylemi gibi söylemler, siyaseten temkinli olunması gereken bir diğer unsurdur. Mutlu bir yaşam ve mümkün olduğunca fazla sayıda insan için bunu sağlayacak siyasi ve sosyal düzeni bu dünyada kurmak esas hedef kabul edilmelidir. Bu noktada, kendini şu soruda ortaya çıkaran bir paradoks olduğu da doğrudur: Tam da ölmeyi, öldürmeyi öven akımlar harekete geçtiği noktadan sonra onlarla mücadele, ölüm olmadan mümkün müdür? Zor.
İster dinî, ister etnik, ister ırksal, ister sınıfsal, ister politik, herhangi bir grubu şeytanlaştıran, günah keçisi yapan, ‘insan’ kategorisinin dışında tanımlayan ideoloji, tavır ve ifadeler her zeminde mücadele edilmesi gereken bir diğer unsurdur. Günah keçisi olacak grup, bağlama göre değişebilir. Nazi Partisi’nin birçok yöneticisi, özellikle de Hitler, Hermann Göring gibi, Birinci Dünya Savaşı’nda cephede bulunmuş olanlar, Almanya’nın, daha doğrusu Alman ordusunun aslında Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmediğine, başta Yahudiler ve ondan sonra da sivil siyasetçiler tarafından ‘arkadan bıçaklandıklarına’ inanıyorlardı (Tanıdık geldi, değil mi? Yalnız, biz Birinci Dünya Savaşı’nı ‘müttefiklerimiz kaybettiği için’ kaybettiğimizi sanarken, aslında müttefikimiz de kaybetmemiş!) 
Belli bir gruptan günah keçisi yaratmanın çeşitli bağlamlarda onlarca örneği verilebilir. Bugün Türkiye’de Suriyelilere karşı olduğu gibi, göçmen ve mülteciler bu açıdan en zayıf gruplardır. Sonuç olarak, bu gruplara saldırıldığında karşı refleks gösterebilmek siyasi düzenin sağlığı açısından olumlu bir işarettir. Avrupa’yı, en azından şimdilik, Türkiye’den ayıran bir nokta da budur. Dediğimiz gibi, Avrupa’da da ırkçı, göçmen karşıtı hareketler yükseliyor. Bu hareketlere destek veren halkın yüzdesi tabii ki çok önemli ama Avrupa ülkelerinde bu kesimi dengeleyecek, dizginleyecek örgütlü bir kitle, demokratik mekanizmalar ve kültür hâlâ kendini gösterebiliyor, yakın gelecekte ne olur bilinmese de... Popülist nefret söylemlerinin her zaman alıcısı olur, çünkü bunlar zor sorunlara basit tanımlar yapar, kolay çözümler önerirler; anlatılmaları, anlaşılmaları, aktarılmaları kolaydır; çok boyutlu, çok değişkenli düşünmeyi gerektirmezler. Üstelik, kabahati bizden başkasına atarlar, özeleştiri gerektirmezler, dolayısıyla getirdiği acı ve suçluluk duygusu baş edilebilir düzeydedir. 
Siyaseten cephe alınması gereken başka bir akım da, bir lidere veya bir partiye ya da devletin kendisine sorgusuz itaat talep eden ideolojilerdir. Tam tersine, siyasi otorite, devlet, devamlı sorgulanması, hesap vermesi gereken bir merci olarak düşünülmelidir. Hatta, hakkında özellikl