OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Hâkim ve savcı sınıfı

Türkiye’de savcı ve yargıçlar için korunması gereken en kutsal kavram adalet değil, devlet ve kendilerince tarif ettikleri Türklüktür. Dolayısıyla, bunların tehdit altında olduğunu düşündüklerinde bütün evrensel hukuk normlarını, hadi onu da geçtim, en basit akıl ve vicdan işlevlerini terk etmeye hazırdırlar.

Türkiye’de mahkemelerin ve adaletin durumunu uzun uzun anlatmaya gerek yok, her gün çeşit çeşit örneklerle yaşıyoruz zaten. Süreçlerin ve yapının sorunları bir yana, insanları değerlendiren, haklarında hüküm veren savcı ve hâkimlerin ortalamasının sosyokültürel pozisyonları, entelektüellikle, tarih, felsefe, sosyoloji, sanat vs. ile ilişkileri olması gerekenin çok gerisinde. Halbuki bunlarla haşır neşir olmuş kişinin insana, hayata, topluma, dolayısıyla suç ve cezaya bakışı daha sofistike, daha rafine olacaktır. Bunlardan nasibini almamış hukuk insanları, nalıncı keseriyle beyin ameliyatı yapmaya girişen cerrahlar gibi oluyorlar. Örneğin, ayrıntıları bir yana, ABD’de hukuk pratiği içine gireceklerin hukuk eğitimi doktora seviyesine tekabül ediyor. Yani, oraya gelebilmek için önce belli bir asgari eğitimi ve altyapıyı tamamlamış olmanız gerekiyor. Böyle bir sistemde de her şey sorunsuz işlemeyebilir, bu sistemden de çok kötü savcı ve yargıçlar çıkabilir, nitekim çıkıyor ama genele baktığımızda Türkiye’dekine göre daha kaliteli bir savcı ve yargıç kitlesi üreteceğini öngörebiliriz. 
Başka bir nokta da şu ki, savcı ve yargıçların da bu toplumun içinden gelen, bir aile geçmişi, statüsü, sınıfı olan bir kitle olduğu genellikle unutulur. Başka bir deyişle, bu kitle sosyolojik analize tabi tutulmaz. Halbuki, böyle analizler yargı sistemimizin, adaletimizin daha iyi hale gelmesi için elzemdir. Kimdir bu insanlar, nereden gelirler? Bu açıdan meseleyi tam boğazından kavrayan çok iyi bir değerlendirme için Faruk Özsu’nun 25 Eylül 2011’de Radikal İki’de yayımlanan, kısaca savcı ve yargıçlarımızın taşra kültürüne hapsolmuş, parokyal/ufku dar bir kitle olduğunu söyleyen “‘Müsterih olun’ yargı değişmedi” başlıklı yazısına bakılabilir. (http://www.radikal.com.tr/radikal2/musterih-olun-yargi-degismedi-1064531/)
Yargıç ve savcılara karşı bu asosyolojik yaklaşım, savcı ve yargıçların etrafında oluşturulan veya oluşturulmaya çalışılan güç halesinden de kaynaklanıyor olsa gerek. Öyle ya, insan hakkında hüküm verecek, belki de onun geri kalan hayatını şekillendirecek olan, sıradan başka bir insan olabilir mi? Onun için de hâkimlerimiz mahkeme salonlarında güçlü ve buyurgan görünmeye, karşına ‘sanık’ olarak çıkanları korkutmaya, ezmeye, böylece kendilerini yükseltmeye çalışırlar. Bu halleriyle, askerdeki üst rütbeli bir komutandan çok da farkları yoktur. Yalnız, gözden kaçırdıkları iki nokta var. Birincisi, mahkeme oturumu süresince sergiledikleri ses tonu, jest, mimik gibi enstrümanlarla karşılarındaki insanlarda endişe ve korku uyandırmaya çalışıyorlar ama amaçladıkları saygı uyandırmaksa, onu ancak kararlarıyla, analizlerinde gösterdikleri incelikle, bilgi birikimleriyle ve belki hepsinden önemlisi, insan hak ve özgürlüklerini korumayı temel hedef edinmiş tutumlarıyla uyandırabileceklerinin farkında değiller ya da saygı görmeyi istemiyorlar, korkutmak onlara yetiyor. Kaldı ki, yargıçlık ve onun uyandıracağı saygı, mahkeme salonu ve süresiyle sınırlı olamaz. O kürsüden inip o cübbeyi çıkardıktan sonra yargıçlığı o kişinin ve diğerlerinin gözünde bitiyorsa, o aslında hiç yargıç olmamış demektir. Sadece senin karşına sanık olarak gelmişlerde korku uyandırmak değil mesele, o zaten içinde bulunulan yapı itibariyle çok kolay, yargıcın –veya savcının– fazladan bir şey yapmasına gerek yok. Asıl mesele, bir yargıcın kendi ‘doğal ortamı’ dışında başka ortam ve bağlamlarda konuştuğu zaman da saygı uyandırabilmesidir. Belki bu tanımlamalar da yargıcı, ‘insanüstü’ bir konuma yerleştiriyor ama doğrusu yargıçlık, ne kadar ütopik görünse de, içinde bulunduğumuz durumdan ne kadar uzak olsa da, gerçekten de biraz ‘özel’ olmayı gerektiriyor sanırım.
Yargıç ve savcıların gözden kaçırdıkları ikinci nokta ise, mahkeme salonunda ne kadar korku salarlarsa salsınlar, bireysel olarak görecekleri saygı, genel olarak adalet mekanizmasının içinde bulunduğu durumdan, insanlara verdiği veya veremediği güvenden bağımsız düşünülemez. Başka bir deyişle, hâkim ve savcılara duyulacak saygıyı yükseltmenin en sağlam ve temel yolu, adaleti doğru dağıtabilmektir. 
Tabii, hâkim ve savcıların bir de siyasi, ideolojik tarafı var ki Türkiye’de adaletsizliğin en önemli sebebidir belki de. Çok kısaca söylemek gerekirse, Türkiye’de savcı ve yargıçlar için korunması gereken en kutsal kavram adalet değil, devlet ve kendilerince tarif ettikleri Türklüktür. Dolayısıyla, bunların tehdit altında olduğunu düşündüklerinde bütün evrensel hukuk normlarını, hadi onu da geçtim, en basit akıl ve vicdan işlevlerini terk etmeye hazırdırlar. Adaleti sağlamak için değil, kendilerince gördükleri tehdidi ortadan kaldırmak için harekete geçerler. En sonunda da adalet değil, yargıç ve savcı sınıfının kendisi mülkün temeli haline gelir.