YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Hukuk sistemimize güven her gün artarken (ya da devlet vatandaşına tuzak kurar mı?)

Şu soruyu sormak gerekir: Devlet vatandaşlarını tuzağa düşürür mü? Önder de Demirtaş da bütün faaliyetlerini devletin başlattığı bir çözüm süreci çerçevesinde yaptılar, bu konuda attıkları her adımdan hükümetin de devletin de haberi vardı.

Zaten can çekişen hukuk sistemimizin, hele hele son birkaç haftada artık tam olarak siyasetin araçlarından biri haline geldiğini görüyoruz. AİHM’nin Selahattin Demirtaş kararı ve gazetecilere, aydınlara verilen hapis cezaları bu açıdan çok açıklayıcı örnekler.
AİHM, HDP eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın tutukluluk koşullarını hukuka aykırı bulup Demirtaş’ın tahliye edilmesini talep etmişti. Karar kesindi. Ancak Erdoğan “Bizi bağlamaz” dedikten sonra mekanizma çalışmaya başladı. Önce yerel mahkeme Demirtaş’ın avukatlarının tahliye talebini reddetti. Çünkü mahkemeye göre karar kesin değildi. Ancak mahkeme Adalet Bakanlığı’ndan kararın kesin olup olmadığının da sorulmasını istedi. Yargı bununla da yetinmedi ve Demirtaş hakkında hüküm verilmiş bir başka dosyanın istinaftaki sırası hayli öne alınarak hakkındaki hüküm kesinleştirildi. Bu hesapla Demirtaş tutuklu değil hükümlü olacaktı ve AİHM’nin kararı da ‘hükümsüz’ kalacaktı. 
Öyle de oldu. Öyle olunca bu dosyada Demirtaş’la birlikte yargılanan Sırrı Süreyya Önder’in de hükmü kesinleşmiş oldu. Önder cezasını çekmek üzere geçtiğimiz hafta cezaevine teslim oldu. 
Daha birkaç yıl önce hükümet üyelerinin Önder ve diğer HDP’lilerle ortak basın toplantısı düzenleyip çözüm sürecini konuştuğunu, bazı kararlara vardığını hatırladığımızda, manzaranın can sıkıcılığı iyice katlanıyor. 
Çözüm süreci döneminde HDP’li vekillerin “Bu süreç böyle gitmez, süreci hukuki bir bağlama oturtmalıyız, bunun için yasa çıkması lazım” dediği günleri hatırlamıyor muyuz? Haklıydılar, çünkü bu devletin tarihi böylesi ‘kandırma’larla doludur. Önder’in hapse girdiği fotoğraflara içim sıkılarak bakarken, kendimi 1913-14 yıllarında İttihat ve Terakki’yle iyi ilişkiler içinde olan Ermeni vekilleri hatırlarken buluverdim. 
Elbette dönemin koşulları apayrıydı, sonuçları da apayrı oldu ancak toplumsal bir hak talebinde bulunan grupların devletten önce olumlu sinyaller alıp sonra da kendilerini bambaşka koşullarda bulmaları açısından ortada bir benzerlik olmadığını söyleyebilir miyiz? 
Şu soruyu sormak gerekir: Devlet vatandaşlarını tuzağa düşürür mü? Önder de Demirtaş da bütün faaliyetlerini devletin başlattığı bir çözüm süreci çerçevesinde yaptılar, bu konuda attıkları her adımdan hükümetin de devletin de haberi vardı. 
Ancak iktidar bu çözün sürecinde masayı devirmeye karar verdi (bunun sebepleri üzerinde çok sık durmuştum bu sütunlarda) ve hava tam tersine döndü. Sonuçta bu elbette siyasi bir karardı. Ve yine siyasi bir karar olarak HDP’li yöneticilerin hapse atılması, Kürt siyasetinin, basınının köşeye sıkıştırılması yolu benimsendi. Tüm bu süreç yine siyasi bir karar olarak AKP-MHP ortaklığında yürütüldü. (Burada, MHP’nin rejimin koruyucusu pozisyonunu iyice benimseyip Fransa’daki Sarı Yelekliler eylemlerinden huy kapması ve Türkiye’ye yönelik mesajlar vermesini de kara mizah kategorisinden zikredelim.)
Bu konu üzerinde bu kadar durmamın esas sebebi şu: Bir hukuk devletinde insanlar yaptıkları eylemlerin sonuçlarını öngörebilir olmalıdır. Yani insanlar ne yaparsam suç olur, ne yapmazsam suç olmaz gibi öngörülere sahip olmalıdır. Bu olmadığında bir hukuk devletinden bahsetmek imkânsızdır. 
Farkındayım, şu günlerde bu sözler çok kitabi ve naif kalıyor. Yani iş nerelere gelmiş, ben nelerden bahsediyorum... Ancak bu durum hayatın her alanına sirayet ediyor. Bakın, Özgür Gündem için bir günlük nöbetçi yayın yönetmenliği yapan gazeteci ve aydınlardan bazıları hakkında hapis cezaları çıkmaya başladı. Bu soruşturmalar başladığında böylesi cezalar verilmiyordu, ancak son olarak Ayşe Düzkan, Ragıp Duran, gazetenin eş genel yayın yönetmeni Hüseyin Aykol, gazeteye cezaevinden mektup gönderen Hüseyin Bektaş ve gazete yazarlarından Mehmet Ali Çelebi için hapis cezası verildi. 
Yeri gelmişken, Düzkan bu karardan sonra Yeni Yaşam gazetesinde bir veda yazısı yayımladı. Sözü fazla uzatmadan, 1 yıl 6 ay hapis cezası kesinleşen Düzkan’ın “görüşmek üzere” başlıklı etkileyici yazısından bir bölümle bu haftaki yazıyı sonlandırmak isterim:
“özgür gündem nöbetçi genel yayın yönetmenliği, her şeyden önce gazeteciliği korumaya yönelik bir dayanışma eylemiydi. ama aynı zamanda, –en azından benim için– bir türk olarak, bu topraklarda barış talebine sahip çıkmak anlamına geliyordu.
böyle durumlarda cesaret kavramının çok fazla dolaşıma sokulduğuna şahidim. kendi adıma söyleyeyim, cesur değilim. sadece, tarihin her aşamasında farklı bir biçim almış olan eşitlik, özgürlük ve adalet davasına, kendimi bildim bileli ucundan tutmaya çalıştığım davaya yararlı olmaya çalışıyorum. zaten mesele cesaret de değil. günde on saat, on iki saat çalışan, işinden olduğu anda çocukları, ailesi ve kendisi aç kalma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan bir emekçinin bu kadarını bile yapma lüksünün olmadığının farkındayım. bu, kelimenin her anlamıyla bir ‘nöbet’, sıra bize gelmişti, tuttuk, devam ediyoruz.”