OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Hukuk kimin kapısında yatar?

Bu ülkenin İçişleri Bakanı’nın, polise “Yakaladığınız uyuşturucu satıcılarının ayaklarını kırın, suçu bana atın” demesinin üstünden daha bir sene bile geçmedi ama doğru dürüst konu bile olmadı. Dikkatinizi çekerim, salık verdiğinin bir suç olduğunun o da farkında.

Türkiye’de bugün hukuk düzeninin, daha doğrusu düzensizliğinin geldiği acı ve vahim noktayı, muhakeme yeteneğini veya ahlakını kaybetmemiş her kişi görür, anlar ve anlatır. Evet, hukuka da meleklerin saflığını atfetmemek lazım. Hukuk insanlara, insanüstü varlıklar tarafından bir iyilik olarak gönderilmiş bir mefhum değildir. İnsan icadıdır ve dolayısıyla hiçbir zaman sınıf ve iktidar ilişkilerinden bağımsız olmamıştır. Örneğin, bugün verili ve normal kabul edilen özel mülkiyet ve miras hakkı, belli bir toplumsal zihniyetin ve hiyerarşinin ürünüdür (Buna sadece kapitalizm demek de yetmez ama konumuz o değil). Fakat, Türkiye’deki durum burada tarif edilen iktidar-hukuk ilişkisini kat kat aşmış durumda. ‘Normal’ hukuk-iktidar ilişkisi daha komplikedir, teşhisi nitelikli analiz gerektirir; halbuki Türkiye’de her şey artık kör gözüm parmağına şeklinde yapılıyor. 
Hukuk hiçbir zaman güç ilişkilerinden tamamen bağımsız olarak düşünülemez ama modern kapitalizmin doğuşundan önce şekillenmeye başlayan, özellikle ceza hukukuna ait temel normlar, insan hayatını iyileştiren, toplumsal huzuru destekleyen olgulardır. Bu nevi normlardan olan, masumiyet karinesi, kanunsuz ceza olmaz, suçun şahsiliği gibi ilkeler demokrasinin de gerek şartıdır ama yeter şartı değildir. Yani, bunlar olmadan demokrasi olmaz ama demokratik bir düzen için daha fazlası da lazımdır. Bu gibi hukuk normlarının devlet ve toplum katında anlaşılmış, özümsenmiş ve benimsenmiş olması tek başına dört dörtlük bir demokrasi getirmeye yetmeyebilir ama en azından yaşanabilir bir toplum kurar. Türkiye’de olmayan budur. Yani, ne devlet, ne de toplum bu temel hukuk normlarını benimsemiştir. Toplum bunları herkes için değişmez ilkeler olarak talep etmez; sadece kendi ve kendi kampında gördükleri için talep eder. Türkiye’de adalet denince, yığınların anladığı ‘intikam’dır. Örneğin, ülkeden kaçarken nehirlerde boğulanlara ve hatta çocuklara dahi, onlara atfettikleri bir suçtan dolayı “Oh olsun” diyenler, bunu adalet sananlar bir hayli fazladır. İşte, Türkiye’yi güvensiz ve yaşanmaz kılan, özellikle ceza hukukunun temel normlarının hiç ama hiçbir anlamının olmamasıdır. 
Yakın geçmişten ve günümüzden örnekler o kadar çok ki. Bu ülkenin İçişleri Bakanı’nın, polise “Yakaladığınız uyuşturucu satıcılarının ayaklarını kırın, suçu bana atın” demesinin üstünden daha bir sene bile geçmedi ama doğru dürüst konu bile olmadı. Dikkatinizi çekerim, salık verdiğinin bir suç olduğunun o da farkında. Ayrıca, sıfatı hukukçu olan birinin, 15 Temmuz gecesi ve sabahında yaşananları kastederek, “Bana kurşun sıkarsanız ben de sizi linç ederim” diyerek linci meşrulaştırdığını da duydu bu kulaklar. Bir sosyal bilimci, bir toplumsal psikolog, linç olgusunu anlayabilmek için araştırabilir ama bir hukukçu linci hiçbir şart altında makul ve meşru gösteremez, bunu yaparsa kendini, mesleğini inkâr etmiş olur. Linç kapısını açarsanız, kalabalıkların oradan içeri ne zaman, kimi sokacağını bilemezsiniz. Örneğin, kalabalığa kurşun sıkmak linç için meşru sebepse, tecavüz neden olmasın? Kim bilir, bakarsınız birileri, linç çıtasını hırsızlığa kadar düşürebilir. Ama işte, sıfatları bakan, hukukçu olanlar dahi ya bunlardan habersiz ya da umursamıyor. Toplum da onların istikametinde, hukuk ve adalet kavramlarından o kadar uzak ki, yukarıdaki sözleri eleştirdiğinizde akıllara gelen ilk ve tek şey, sizin uyuşturucu satıcılarını ve darbecileri koruduğunuz oluyor. Halbuki, bugün onlar için işlemeyen hukukun yarın kendileri için de işlemeyeceğini kafaları almıyor. 
Adalet yerine intikam arayışı toplumun her sınıf, zümre ve katmanına homojen bir şekilde dağılmamıştır ama adalet ve hukuk kavramlarından yoksunluk yaygın bir sorun. Geçenlerde sosyal medyada gördüğüm bir olayı ve ilgili tweet’i yer adlarını çıkararak örnek olarak vereyim. Anadolu’nun güzide bir kasabasında, bir imam hatip lisesi öğretmeni, öğrencilere tecavüz iddiasıyla mahkemeye çıkarılmış. Bu tweet’i atan kişi de manalı bir biçimde, bu kişinin avukatının AKP eski il başkanı olduğunu söylemiş. Yani, kinaye yoluyla avukatı hedef göstermiş. Hukuk ilkesi şudur: Kendisine isnat edilen suç ne olursa olsun, herkesin adil bir mahkemede savunulmaya hakkı vardır. Avukatlar sadece avukatlıklarından dolayı hedef gösterilemezler. Bir avukatın müvekkilini temize çıkarmak için her şeyi yapması mubah değildir elbet. Yalan söyleyemez, delil saklayamaz, savunması sırasında nefret söyleminde bulunamaz vesaire, ki bunlar zaten ayrı bir suç konusu olur. Fakat, bir avukat sadece müvekkilinin kimliğine bakarak yargılanamaz. Kaldı ki, şeytan yakalanıp mahkemeye düşse, onun da savunulmaya hakkı vardır (Birileri şimdi çıkıp, “Şeytan insan değil, dolayısıyla hakkı olamaz” der, ben de kafamı duvarlara vururum.) Örneğin, öyle bir mahkemede şeytanın avukatının Allah hakkında söyleyeceği şeyler olduğuna eminim. Velhasıl, savunma hakkı ilkesinin zayıflatılması, hukukun zayıflatılması manasına gelir ve bir gün sizi de vurabilir, zira o gün geldiğinde savunulmaya değer olup olmadığınıza sizden başkaları karar verir. Bunları söylemek ‘tecavüzcüyü korumak’ değildir, hukuk düzenini korumaktır. Böyle vakalar karşısında öfkelenmemek zor olsa da, adalet duygusuz değil ama soğukkanlı, ağırbaşlı ve titiz olmak zorundadır, adaletle infial beraber yürümez.