Her birimiz bir diğerinin ‘gestapo’su

BİLGEHAN UÇAK

Pergolenin arasından sonbahara direnen çınarın yaprakları görünüyor.

Hava gitgide soğuyor, salondaki koltuğun üstünde battaniye var artık, yapraklardan bazıları yeşilden kehribara dönmüş.

Yazın bütün yeşilleri, mavileri, renk renk çiçekleri kayboldu.

Caddeye dökülen yapraklar ıslak parketaşı üstüne çürümeyi bekliyor.

Doğa, renklerine yeniden kavuşana kadar kahverenginin egemenliği altında yaşayacak.

Sırnaşık adımlarıyla yanıma gelen bir kedi, sarıldığı sağ arka ayağını başının altına alıp derin derin soluyarak uyumaya başladı.

Kasvetin hakim kahverengisi aralanırken, 1907’de Berlin’de doğan Sebastian Haffner’in anıları kalıyor geriye.

Anılarına 1914’ten başlamış, 40’lara gelmeden bırakmış.

Okul yaşına geldiğinde, en büyük oyunları I. Dünya Savaşı haberlerini takip etmek olmuş: “Ordu bültenlerinin çalışkan bir okuruydum. Buradaki sayıları son derece gizli ve fevkalade irrasyonel kurallara göre ‘değerlendiriyordum’, örneğin on Rus tutsak bir Fransız ya da İngiliz tutsak ile aynı değerdeydi ya da elli uçak bir kruvazör ediyordu.”

Sebastian’ın ne binlerce adaşından bir farkı vardı ne de binlerce akranından.

Onlar kadar sıradan bir Alman çocuğu.

“Bütün Alman kuşağı, çocukluk ya da gençlik yıllarında savaşı böyle ya da buna benzer şekilde yaşamıştı -ve pek anlamlı olarak, bu kuşak bugün savaşın tekrarını hazırlayan kuşaktır.”

Kim bu çocukluğunu savaş, ölüm, bombardıman haberlerini takip ederek geçiren çocuklar?

“Nazizm’in gerçek nesli, savaşı gerçekliğinden hiç rahatsız olmadan, fiilen hiçbir zorlukla karşılaşmadan büyük bir oyun olarak yaşamış, 1900 ile 1910 arasındaki on yılda doğanlardır.”

Bir savaş, sadece başlangıç ve bitiş tarihleri arasında yapılmış olmuyor.

Nasıl suya atılan taş gerisinde sürekli genişleyen bir halka bırakırsa, savaş da öyle, ölümü, öldürmeyi, kanı, savaş uçaklarını, roketleri, askerî talimleri, ekonomik bunalımları, işkenceyi görmüş, yaşamış, uygulamış, dahası kanıksamış bir nesil bırakıyor.

“Savaşın dört yılı boyunca, barışın nasıl bir şey olabileceğine dair hissiyatımı yavaş yavaş kaybettim.”

Almanya’daki meşhur enflasyona dair bir karikatür görmüştüm.

Birahanede menü isteyen iki Alman, garsona biraların fiyatını soruyorlardı.

Garson ise, “şu anda 10 mark ama ben hesabı getirene kadar 50 mark da olabilir, ama biraz oyalanırsanız 1000 mark da olur,” dedikten sonra bir düzeltme yapıyordu: “10 mark demiştim demin ama 20 olmuş…”

Nazizme giden günlerde Sebastian’ın ailesi de bu yakıcı günlerden geçmiş: “Geçim giderleri hızla yükselmeye başladı, çünkü tüccarlar hiç nefes almadan takip ediyorlardı dolar kurunu. Daha dün elli bin mark fiyatı olan yarım kilo patates bugün yüz bine satılıyordu; geçen Cuma günü eve getirilen altmış beş bin marklık bir maaş Salı günü bir paket sigara almaya yetmez hale geliyordu.”

Rüzgâr fısıldarken dışarda, Aryan bir ailenin çocuğu olan Sebastian’ın yaşadıklarını düşünüyorum.

Yüksek mevkideki bir Prusyalı devlet memuru olduğunu öğrendiğimiz babası maaşını hâlâ ayın birinde alıyor ama “maaşının ne kadar olduğunu tahmin etmek de oldukça zordu, değeri aydan aya değişiyordu”, dahası bankadaki tahviller, mevduatlar çoktan erimişti, “‘yüz milyon’ önemli bir meblağ iken kısa bir süre sonra ‘yarım milyar’ cep harçlığını haline gelebiliyordu.”

Günler böyle geçip gidiyor.

Ulusal onuru sakatlayan savaş yenilgisi, ekonomik krizle birleştiğinde milliyetçilik patlıyor.

Bir çığ gibi her an büyüyor, üstesinden gelinemez, önlenemez bir hal alıyor…

“İşte böyle; mütereddit, ihtiyatlı günlük rutinin gereklerini yerine getirerek, öfke ve dehşet duygusunu yutarak veya çok verimsiz ve çok tuhaf bir şekilde evdeki yemek masasının başındaki patlamalarla dışarı akıtarak -tıpkı milyonlarca diğer insan gibi devre dışı kalmış bir halde yaşamaya devam ederek- hadiselerin bana ulaşmasını bekledim. Ve ulaştılar.”

Nazilerin “ilk ve utangaç eylemleri” olarak anlattığı 1 Nisan 1933’teki Yahudi boykotundan söz ettiğinde, Sebastian yirmialtı yaşında.

Hitler ve Goebbels tarafından bir önceki pazar günü çay ve bisküvi eşliğinde alınan bu karar, Yahudilere ait bütün işyerlerinin boykot edileceği, bu işyerlerinin kapısında SA nöbetçilerinin olacağı ve kimseyi içeri sokmayacaklarına dair, daha sonra yapacaklarının bir provası.

Sebastian, ilk boykot günlerinde, gençlerin “koro halinde, adeta neşeli bir doğa yürüyüşçüsü selamı” verir gibi, gözlerine kestirdiklerine “Geber Yahudi!” diye bağırdıklarını söylüyor.

Peki, bu çocukları, gençleri bu kadar pervasızca ölüm diye bağırtan kimlerdi?

Kimdi bunu yapanlar?

Bir çocuk hiç tanımadığı, hiç karşılaşmadığı, kendisine hiçbir kötülüğü dokunmamış birinin ölmesini, üstelik de gebermesini, nasıl isteyebilir?

Sebastian, Franklara gittiğinde, faşizmin adım adım geldiğini gören en yakın arkadaşının, babasıyla tartıştığını görür.

Babası hukuk mezunu oğlunun Almanya’yı terk etmesine şiddetle karşı çıkar.

“Kalmak. Asıl şimdi kalmak, birilerinin seni kovmasına izin vermemek. Bütün imtihanlarını verdi, artık hakim olma hakkını kazandı. Bakalım Naziler bu hakkını da…”

Konuşmaları dinledikçe ezilir Sebastian.

Aryan ırka mensup olmak, bu evde suça batmış, her geçen gün biraz daha batmakta olan bir gaddar bir iktidarla adının birlikte anılması demekti.

Milliyetçi değildi, Nazi hiç değildi, bir Yahudi kızı seviyordu üstelik ama ne de olsa hukuk öğrencisi Aryan bir gençti, kahverengi üniformalı SA militanları geçerken caddeden elini kaldırıp “Heil Hitler!” diyor, bütün aşağılanmışlık hislerine rağmen zeitgeist’e karşı koyamıyordu.

Ülkesinden uzaklaşıyor, bütün aidiyet hissini kaybediyordu Sebastian.

Hukuk kampı adı altında, geleceğin hakimlerini bilinçlendirmek için Nazi propagandası yapılan bir kampa bile katılmak zorunda kaldı.

Hayır, diyebilme şansı yoktu.

Ondan bir şey istiyorlardı; ama evet haricindeki bütün cevaplar hayır kabul ediliyordu.

Oysa, vatan için, Alman ırkının iyiliği için istenen bir şeye hayır diyen kimler olabilirdi vatan hainlerinden, casuslardan başka?

Kimse!

Nazilerin herhangi bir şeyini eleştirmek, onlardan farklı düşünmek, farklı bir tavır almak, bu tavrı savunmak ihanet ile özdeşleşmişti.

Ama kolunu her kaldırışında biraz daha aşağılanmış hissediyordu kendini.

“İlk notalar işaretini verdi, ‘Deutschland über alles’ başladı ve bütün kollar kalktı. Benim gibi birkaç kişi kısa bir tereddüt geçirdiler. İğrenç bir şekilde alçaltıcıydı içinde bulunduğumuz durum. Ama terfi imtihanını vermek istiyorduk, değil mi? İlk kez ve aniden, bir duygu uyandı içimde, ağızda hissedilen bir tat kadar güçlü bir duygu.”

Güçlü duygu dediği, kendini savunmak bulunmuş için aciz bir sığınaktan başka bir şey değil oysa.

“‘Bu sayılmaz, bu ben değilim zaten, bunun bir kıymeti yok!’ duygusu. Bu duyguyla ben de kaldırdım, ileri doğru uzattım kolumu ve üç dakika kadar da öyle tuttum.”

Hepsinin kolları havaya kalkmış olur böylece, marşlar söylenmeye başlanır.

Kimi asker gibi gürleyerek, haykırarak söyler, kimiyse, Sebastian gibi, bir ilahi okurcasına mırıldanır.

Ama hepsi marşı okumak, kolunu kaldırmak zorundadır.

“Ve marş söylüyorduk, ya da söyler gibi yapıyorduk; her birimiz, bir diğerinin gestapo’su.”

Her diktatörlüğün muteber insanı olan muhbirler, jurnalciler aslında başka yerden gelmiyorlar.

Komşun, akraban, yıllardır alışveriş ettiğin esnaf, sana ders anlatan öğretmen… Öyle bir an geliyor ki, toplumun vicdanısızlığı, merhametsizliği, ölümün sıradanlaşması insanların içinden, daha önce hiç görmediğimiz, zaten konduramayacağımız başka insanları çıkarıyor.

Elinde sopalarla kapına dayanıyor, polisin seni alıp götürüşünü seyrediyor, mallarını yağmalamanın hesaplarını yapıyor.

Sokaklarda Nazi pazubantlı, kahverengi üniformalı adamlar geziyor, büyük çoğunluk gizli polisliğe gönüllü yazılmış, artık arkalarına devlet gücünü de almış olmanın vurdumduymazlığıyla istediklerinde birer hakim, istediklerinde birer savcı kesiliyorlar.

Sebastian, Almanya’dan çekip gitmeyi kafasına koydu.

“Çünkü Almanya, Almanya değildi artık -ve son tahlilde veda etmemi kaçınılmaz kılan da işte bu oldu. Bizzat Alman milliyetçileri mahvetmişlerdi Almanya’yı.”

Yurtdışına gittiğinde, ülkesinde yaşananlara biraz daha uzaktan bakmaya başladı.

“Milliyetçilik, yani bir milletin kendisine ayna tutup tapınması, muhakkak ki dünyanın her köşesinde tehlikeli bir hastalıktır. Nasıl kendini beğenmişlik ve egoizm bir insanı çirkinleştirirse o da bir milletin çizgilerini bozar, çirkinleştirir.”

Geride milyonlarca ölü bırakan bir çirkinleşme…

Sadece Nazilerin, sadece Almanya’nın değil; insanlığın çirkinleşmesi.

Bir Alman’ın Hikâyesi

Sebastian Haffner

Çeviri: Hulki Demirel

İletişim Yayınları

270 sayfa.