OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Kaçmak cesaret ister

William Saroyan’ın ‘Ödlekler Cesurdur’ isimli hikâyesinde anlattığı gibi, etrafın baskısına, aşağılamalarına, hatta saldırılarına maruz kalmak, sürüye uymaktan daha zordur aslında. Hayatınızın normal akşını bozmak, daima kaçarak yaşamanın getirdiği zorluklar da cabası. Onun içindir ki korkanlar da cesurdur, hatta belki daha cesurdur.

Ne zaman ortalamanın üstü prodüksiyonu olan bir filmde bir savaş sahnesi seyretsem, “İnsan kendini böyle bir cehenneme neden, nasıl sokar, nasıl bu kadar aptal olabilir?” diye düşünmekten kendimi alamam. Üstelik, en canlı film sahnesi bile, muhtemelen gerçek savaşın, çatışmanın dehşetinin yanına bile yaklaşamıyordur. Gel gör ki, daha dün diyeceğimiz zamanlarda yaşanan bu kadar savaşa, soykırıma, dehşete rağmen hâlâ savaşmaya, ölmeye, öldürmeye bu kadar hevesli insan var. Hem Türkiye’de, hem başka ülkelerde. Demek ki insanoğlu kafasız, öğrenemiyor, ya da kolektif hafıza çok unutkan. 20. yüzyıl cehennem gibi geçmemişçesine, en küçük bir çatışma olasılığında en milliyetçi, en hamasi klişeler havada uçmaya başlıyor. Kalabalıklar birbirinin üzerine atılmaya hazır. Burada tarihçinin ve tarihçiliğin önemli bir işlevi ortaya çıkıyor: Kolay unutulan acıları, zulümleri hatırlatmak. Gerçi, tarihçi lafının başına ‘sorumlu’ gibi bir sıfat eklemek lazım, zira adı tarihçi olan birçokları, bırakın geçmiş acıları bir daha olmasın diye hatırlatmayı, yangına körükle gidiyor; en çok onların gözlerini kan bürümüş.

Evet, kimileri aptalca, yani isteyerek savaşa gider ama kimilerinin de, öyle bir durumda gitmemek gibi bir seçeneği yoktur, çünkü kaçacak şansı, gidecek yeri yoktur. Dahası, ‘kaçmak’ o kadar büyük bir ‘ayıp’tır ki, gitmekten daha büyük cesaret gerektirir. William Saroyan’ın ‘Ödlekler Cesurdur’ isimli hikâyesinde anlattığı gibi, etrafın baskısına, aşağılamalarına, hatta saldırılarına maruz kalmak, sürüye uymaktan daha zordur aslında. Hayatınızın normal akşını bozmak, daima kaçarak yaşamanın getirdiği zorluklar da cabası. Onun içindir ki korkanlar da cesurdur, hatta belki daha cesurdur. Saroyan onlar için şöyle diyor: “Ödlekler iyidirler, ilginçtirler, kibardırlar, bir kuleye çıkıp geçit töreni yapan insanlara ateş açmayı düşünmezler. Yaşamak isterler, böylece çocuklarını görebilirler. Ödlekler cesurdur.” Öyle ya, yaşamak, yaşamı göğüslemek, sorumluluklarını almak, çocuklarını büyütmek, en az kalabalıklarla birlikte kendini ateşe atıp öldürtmek kadar cesaret gerektirir.

Ülkeleri savaşa sürükleyenler, daima bunu bir zorunluluk olarak tanımlar, anlatır ve herkesin de öyle kabul etmesini beklerler. Aksi düşünce ve yorumlar, onlar için tabii ki ‘hainlik’tir. “Ülkemiz daima saldırı altındadır” ve savunulması gerekiyordur. Bu ‘asli ve asil’ görevden kaçanlar ihanet içerisindedirler. Burada paradoks şu ki, gerçekten de belli bir noktadan sonra artık çok geçtir, dönüşü mümkün değildir. ‘Düşman’ olarak tanımlanan devlet de o noktadan sonra ayrım yapmaz, siz kendi devletinizin hükümetine muhalif misiniz, değil misiniz, bakmaz. Onun için de sadece ‘düşman’ vardır artık. Dolayısıyla, bir anda kendinizi o güne kadar karşı olduklarınızla, dünya görüşünüzün, insana bakışınızın taban tabana farklılaştığı insanlarla, sırf aynı millet içinde tanımlandığınızdan dolayı aynı safta bulabilirsiniz. Aslında hiç tasvip etmediğiniz, gerekliliğine inanmadığınız ama sizi yönetenlerin sizi sürüklediği bir savaşın parçası olmuşsunuzdur artık. Birey olarak kaçacak imkânınız veya cesaretiniz de yoksa gözünüzü bir siperin dibinde açarsınız. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’nın cepheye sürdüğü milyonlarca gencin, son erine varıncaya dek Nazi olduğu söylenebilir mi? Hiç sanmam. Evet, birçoğu isteyerek, ne yaptıklarının farkında olarak gittiler cepheye. Fakat kimileri de sürüklendi. Gerek, heyecanla cepheye koşanlar, gerek isteksiz olsalar da gitmek zorunda kalanlar, milliyetçi hamasetin ve saldırganlığın yarattığı dalgada sürüklendiler.

Savaş çığırtkanlığı, militarizm, ölümü yüceltme, yabancı düşmanlığı, nefret dili bir dalga yaratırsa önüne kattığını sürüklüyor. Makul olanın sesi duyulmaz oluyor. Bunun içindir ki bunlarla her zaman ve zeminde mücadele etmek gerekir, çünkü o dalga belli bir seviyeyi aşınca durdurmak zor, hatta imkânsız hale geliyor. Bu sebepledir ki, inisiyatifi tamamen devletlere veya hükümetlere mümkün olduğunca teslim etmemek gerekir. Ülkeler arasında farklı kesimler, birbirleriyle yatay ilişkiler kurmanın yollarını aramalıdır ki bu çağımızda eskisine göre daha kolay olsa gerek. Bunlar zaten hiç yapılmıyor değil ama önemli olan, kritik anlarda, bahsettiğimiz dalgaya karşı bu ilişkileri ve ağları mobilize edebilmek.

Velhasıl, siyasetçilerin, özellikle de iktidar sahiplerinin sözleri, iddiaları, argümanları her zaman kılı kırk yararak sorgulanmalıdır. Hele, oturdukları sıcak koltuklarında hamaset çarpıştıran, gençlerin kanı pahasına başkalarını tehdit eden, sonunda onları savaşlara süren ve onların hayatları üzerinden diğer ülkelerin yaşlı erkeklerle pazarlıklara girişen yaşlı erkeklerinin söylediklerine daima şüpheyle yaklaşmak lazımdır.