OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Akraba evliliği bahane, maksat bağcı dövmek

Yönteme, mantıkbilime, retoriğe dair bir parantez açmak isterim, zira bu söyleşiye verilen tepkiler bunların memlekete pek uğramadığını bir kez daha gösterdi. Hadi onları da geçtim, bir metni satır satır okuyup anlama yetisi ve sabrı bile yok. Eğer öyle olsaydı, mezkûr söyleşi hakkında söylenen çoğu sözün söylenmemesi gerekirdi.

İrfan Aktan, Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Nükhet Sirman’la, Palu ailesinin ifşa olması vesilesiyle aile, devlet, kadınlık üzerine bir söyleşi yaptı, ortalık birbirine girdi desek yeridir. Anlamaya çalışmak, sakince tartışmak yerine saldırganlık, ‘kara çalma’, yaftalama, tipik Türkiye halleri olarak bir kere daha ayyuka çıktı. “Akraba evliliklerini savundu”, “Palu ailesinin cumhuriyetin eseri olduğunu söyledi” gibi, hoca sanki bunları söylemiş gibi, tepinmeli bir kurban ayini seyrettik bir kere daha. 
“Her ailenin karanlık bir yüzü vardır” demiş Nükhet Hoca. Tepkiler, “Vay, sen bize Palu ailesi mi dedin!” minvalinde. Eğer bu ifade “Karanlık yüzü olmayan bir aile dahi bulamazsın” demek istiyorsa, bir önerme olarak kolayca yanlışlanabilir zaten. Fakat benim anladığım, buradaki maksat, aile kavramına yüklenen kendinden menkul kutsallık halesini, saflığı sorgulamaya açmak. Sığınağımız elimizden alınmış veya sırlarımıza dokunulmuş gibi hissettiğimiz için ailenin sorgulanması çoğumuzun hoşuna gitmez ama kutsallık önyüzünün arkasında en büyük pisliklerin döndüğü yer gene ailedir. İster çekirdek, ister geniş aile olsun. İster imparatorluk, ister cumhuriyet olsun. Tabii, bu demek değildir ki pislikleri olan her ailede bu durum, Palu ailesi gibi arşa varmıştır. Zaten bunu Sirman da söylüyor, onun “istisna değiller” dediği, Palu ailesi gibi, onlara benzer binlerce aile olduğu. Ayrıca, bırakalım da senelerini aile meselesini araştırmaya vermiş Nükhet Sirman, aile denen yapı içinde dönen bu pislikleri ve ne kadar yaygın olduğunu bizden daha iyi bilsin. 
Söyleşiye en çok vurulan yer, görünen o ki akraba evliliği meselesi. Kimileri ya söyleşiyi baştan sona okumadıkları için bilmeden, kimileri de hinliklerine binaen bilerek, söyleşide akraba evliliği hakkında söylenenleri çarpıtıyorlar. (Akraba evliliği ile ensesti aynı şey sananlara hiç değinmiyorum bile.) Sanki söyleşide “Akraba evliliğinin tıbben bir riski yoktur, evlenin, bir şey olmaz” veya “Akraba evliliği çok faydalı bir şeydir, herkese tavsiye ediyorum” denmiş gibi, akraba evliliğinin genetik açıdan ne kadar yanlış olduğunu göstermeye çalışmak abestir. Peki, ne demiş Nükhet Hoca? Akraba evliliklerinden “illa” sakat çocuk doğmadığını söylemiş. Olgusal olarak bunun neresi yanlış? Akraba evliliklerinden doğan bütün çocuklar sakat mı doğuyor? Nükhet Hoca, Türkiye’de devletin, kapalı ve geniş aile cemaatini parçalamak, bireyi oradan “kurtarıp” doğrudan kendine bağlamak için akraba evliliğine karşı çıktığını söylüyor. Biri bu iddiaya katılmayabilir veya ikna olmayabilir, gayet normal; ama bu başkadır, Sirman’ın akraba evliliğini teşvik ettiğini söylemek başkadır. Bütün bunlar bir yana, “Akraba evliliği devlet eliyle yasaklanmalı mıdır, bu sonuç alıcı olur mu?” gibi kimi sorular ayrı ve başlı başına bir tartışma konusudur. Bunu ilke üzerinden tartışmak gerekir. Örneğin, tıbben zararlı veya riskli olduğu ispatlanmış eylem, yöntem ve tercihler devlet eliyle sınırlandırılmalı veya tamamen yasaklanmalı mıdır? Bu konuda objektif bir ölçüt belirlenebilir mi? Ama bunlar ne bu yazının, ne de o söyleşinin konusu. 
Yönteme, mantıkbilime, retoriğe dair bir parantez açmak isterim, zira bu söyleşiye verilen tepkiler bunların memlekete pek uğramadığını bir kez daha gösterdi. Hadi onları da geçtim, bir metni satır satır okuyup anlama yetisi ve sabrı bile yok. Eğer öyle olsaydı, mezkûr söyleşi hakkında söylenen çoğu sözün söylenmemesi gerekirdi. Bu tartışmada gördük ki çoğu insan, ‘katılmamak’ ile ‘ikna olmamak’ arasındaki farkı bilmiyor. Sirman’ın, devletin akraba evliliğine neden karşı çıktığını açıklama biçimine “katılmıyorum” diyorsanız bir karşı teziniz ve onu destekleyecek verileriniz olmalı; “ikna olmadım” diyorsanız, bu, tez sahibinin destekleyici verilerini yeterli bulmadığınız anlamına gelir. Katılmamanın kendisi iddialı bir pozisyondur ve aktif olmayı gerektirir; ikna olmama daha mutedil ve pasif bir pozisyondur. Sirman’ı eleştirenler arasında ikna olmadıklarını söyleyen veya söylemeye çalışanlar var ama öte yandan, bırak ‘ikna olmamak’la yetinmeyi, kavgada kafasını eğip arka arkaya yumruk sallayan ergenler gibi saldıran hayli geniş bir kesim de var. Bu arada, bütün bunları sosyal medyada bizatihi okuduğum çok sayıda ‘vatandaş tweeti’ne dayanarak söylüyorum. 
Bütün bunlar bir yana, Sirman’a yönelik infialin asıl sebebi akraba evliliği falan değil. Sadece, orayı söyleşinin ‘yumuşak karnı’ olarak gördükleri için en çok oradan saldırıyorlar. Yoksa, Sirman aile-devlet-kadın ilişkisi üzerine tartışılmaya değer, bazıları Türkiye bağlamıyla ilgili veya sınırlı olmayan, sofistike birçok şey söylüyor ama linç grubu onların içinden, aslında söyleşi açısından tali bir konu olan akraba evliliğini çekip alıyor. Çünkü, bu kadar ‘hassas ve bariz’ bir noktadan kişiyi itibarsızlaştırabilirlerse, diğer söylediklerinin de otomatikman geçersiz, konuşmaya değmez olacağını düşünüyorlar. Hınç duyulmasının asıl sebebi ise, Sirman’ın söylediklerinin ‘Beyaz Zambaklar Ülkesi’nin tertemiz hatırasına leke düşürmesi. Dolayısıyla, bu tip yargıların günümüz siyasi kamplaşmasında ‘karşı taraf’ın elini güçlendireceği kaygısı. Gelin görün ki, bunun çaresi tartışmayı, fikirleri –yanlış bile olsa– hezeyanla, tehditle bastırmak değil. Bugünün sorunlarını, hayali bir altın çağ tasavvurunun karşısına başka bir hayali altın çağ tasavvuru koyarak çözemezsiniz. Cumhuriyetten bir ‘Wonderland’ çıkmaz. Bu gerçeği ne kadar çabuk kavrarsak, o kadar çabuk yetişkin olur ve yolumuza devam ederiz. Siyasal İslam’ın bugünkü zalimlikleri karşısında başvurabileceğimiz, ‘eskiye dönüş’ten daha derin ve sağlam kavramlar var. İnsanlığın yüzlerce yıllık evrensel tecrübesinden gelen ve bugün insan hakları külliyatında vücut bulan ilkeler mesela. Üstelik, bu değerlerin bağlı olduğu norm ve pratikler de hukukta belli, eğer uyma niyeti olan varsa tabii. Yeri gelmişken, devletin elinde siyasi manipülasyon aracına dönüşmemiş laiklik ilkesi de bu değerlerden biri. Bunu da ‘öteki mahalle’ye hatırlatmış olalım.
Peki, ‘cumhuriyet tecrübesi’ veya çok kullanılan tabirle ‘cumhuriyetin kazanımları’ tamamen altı boş laflar mıdır? Tabii ki hayır. Cumhuriyet derken onlarca yıldan, birçok köklü değişimden bahsettiğimizi düşünecek olursak, bunu söylemek mümkün değil. Nitekim Sirman da, gürültücü tayfa görmezden gelse de, kadınlar adına birtakım kazanımların elde edildiğini, cumhuriyet öncesi geniş ailenin kadın için daha iyi olduğunun söylenemeyeceğini belirtiyor. Esas olan, ‘cumhuriyet mirasını veya bilançosunu’ doğru sorularla, sakince tartışabilmek. Kadın mevzusundan devam edecek olursak, “Cumhuriyet, kadınlar için iyi mi oldu, kötü mü?” gibi iki seçenekli bir soru, yanlış sorulmuş, dolayısıyla tartışmayı kitleyen, ideolojik kalıplara sıkıştıran bir soru. Mesele çok daha fazla değişkene sahiptir. Madalyonun iki değil birçok yüzü var ki zaten bunlar, ilgili literatürde geniş bir şekilde tartışılmıştır. Örneğin, cumhuriyet, şehirli orta sınıf kadın için öncesine göre gerçekten de, kendini var etme, potansiyelini gerçekleştirme imkânlarının artması, birçok mesleğin kapısının açılması demektir ama sonuçta bu kısıtlı bir kesimdir. Kaldı ki, bu, o sınıftaki kadınların dahi ataerkil düzenin baskılarından kurtulduğu anlamına gelmez. ‘Cumhuriyetin ilk kadınları’nın anılarını okursanız, cumhuriyetin yönetici kadrosunda olan erkeklerin dahi ‘aile namusu’, ‘aile şerefi’ gibi ataerkil kavramlara bağımlılıklarından dolayı nasıl zorlandıklarını görürsünüz. Hep vurgulanan bir başka nokta da, ‘Batı ülkelerinden bile önce Türkiye’de kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi’dir. Bu da kadınlara alan açan, daha doğrusu açma potansiyeli olan, ileri bir adımdır. Fakat, bu hakkı ‘veren’ de, beğenmediği, kontrol edemeyeceğini düşündüğü kadın örgütlerini kapatan da aynı cumhuriyettir. Üstelik, bu hakkın bu kadar erken ‘verilmesi’ne rağmen, siyaset organlarında, devlet erkini temsil eden karar alma mekanizmalarında, siyasi liderlik pozisyonlarında kadınların oranı cumhuriyet tarihinde öteden beri hep çok düşük olmuştur, bugün de öyle.
Velhasıl, konu uzun ama kısaca söyleyecek olursak, kadın hakları Türkiye’de bir devlet projesi olarak doğdu. Kadın, Türk modernleşmesinin ‘vitrin’i oldu. Belli bir an ve noktaya kadar, bu durum, belli sınıftan kadınlar için görece bir özgürleşme getirdi. Fakat, kadın hareketi cumhuriyetin ona çizdiği sınırlar dışına çıka(rıl)madı, o devlet de kadının bireyselliğini neredeyse hiç tanımadı. Ona hep birtakım roller (‘milletin anası’) biçti. (Bu tabii ki salt Türkiye’ye özgü bir hal değildi; milliyetçilik farklı bağlamlarda genel olarak kadına benzer bir yer ve rol vermişti). Kadın hareketi devletten özerkleşebildiği ölçüde başarılı oldu, asıl kazanımlarını elde etti ki bu da, Sirman’ın dediği gibi, 1980 sonrasına denk düşer. Aslında şu genel ilke kadın hareketi için de söylenebilir: Devlet her akımı, her hareketi bir örtü gibi örttüğü zaman, kimseye nefes alacak alan kalmıyor. Devletin Kemalist mi, İslamcı mı olduğu, bu nefes alamamazlık ve dolayısıyla serpilip gelişememe hali açısından çok fark etmiyor.
Son olarak, doğru tabir bu mudur bilmiyorum ama bazılarının dediği haliyle ‘aydın düşmanlığı’na değinelim. Sirman’a saldırmak için “Bu da mı sosyologmuş”, “Cahil”, “Boğaziçi kapatılsın, ihanet yuvası”, “liboş tayfa”, “Yok öyle Hisarüstü sırtlarından atıp tutmak” gibi ifadeler kullanıldı; hepsini ben kendim okudum. Bunların, kırk yıllık “Boğaz’da viski içenler”, “içki masalarında memleketi kurtaranlar” veya Cemil Çiçek gibi “bizi arkamızdan hançerleyenler” söylemlerinden hiç farkı yok. Nasıl Erdoğan, her Allah’ın günü, beğenmediği aydınlara, sanatçılara “müsvedde”, şu bu diyerek saldırıyor, nasıl bugün AKP’nin tabanı haline gelmiş milliyetçi-İslamcı-lümpen tayfa ‘okumuş’lara kin kusuyorsa; kendini cumhuriyetçi/sol/Kemalist olarak tarif eden taban içinde de, beğenmedikleri entelektüellere aynı şiddetle saldırma tavrı çok yaygın. Ellerine fırsat geçerse, Erdoğan rejiminin beğenmediği aydınlara, sanatçılara yaptığından daha azını yapmazlar. Nitekim, yapmışlardır.