OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

250 yıl sonra hâlâ Voltaire

İnsan, yarası neredeyse hep oradan bahsedermiş. Onun için biz de durmadan hukuktan, adaletten bahsediyoruz. Bu köşede de durum aynı. Dönüp dolaşıp, farklı vakalar üzerinden hukukun, hak ve özgürlerin çiğnenmesi sorunuyla uğraşıyoruz. Gerçi vakalar o kadar çok ki, çoğu ‘tanınmış kişiler’ olmadıkları için, uğradıkları haksızlık, hukuksuzluktan haberimiz bile olmuyordur. Son zamanlarda ‘haberdar olduğumuz’ vakalardan biri de Alparslan Kuytul’a yapılanlar. 

Dünya görüşlerimiz ve insana bakışımızın birbirine hiçbir yerden değme ihtimali olmadığını, fakat kendisine yapılanların zulüm olduğunu, hiçbir şeyi değiştirmeyecek olsa da bunu kabul etmediğimi sosyal medyada ifade ettim ve bu samimi fikrimdi. Kimileri, böyle bir haksızlığa itiraz ederken dünya görüşü farklılığını belirtmenin “tepki çekmemek için” kaldırılmış bir kalkan olduğunu ileri sürüyor. Kendi adıma cevap verecek olursam, tepki çekmekten korkmaktan ziyade, bunu belirtmemin sebebi, öncelikle bunun gerçekten böyle olması ve ikincisi, farklı yerlerde durduğunuz birine yapılan haksızlığa itiraz etmenin bir çelişki olmadığını vurgulamak; ayrıca, Kuytul’u eleştirme, hatta ona karşı koyma hakkımın her zaman saklı olduğunu da ima etmek istemem. Nitekim, onun kimi fikir ve ifadelerini yanlıştan öte korkunç buluyorum. Hatta, Kuytul külliyatını baştan sonra izlemedim ama içinde nefret söylemi veya ırkçılık içeren ifadeler varsa, bunlar adli kovuşturma konusu dahi olabilir. Ama bunlar başkadır, bir kişiyi keyfi, delilsiz, psikolojisini yıpratma veya iktidara muhalefeti sebebiyle cezalandırma amacıyla özgürlüğünden mahrum bırakmak başka. Hele son zamanlarda âdet haline gelen, önce bir salıverme kararı verip, daha salıverilmeden ya da salıverildikten kısa bir süre sonra tekrar tutuklama kararı almak, psikolojik işkencedir. (Bunu anlamak için mutlaka hapse girmeye gerek yok. Aranızda askere gidip şafak saymış olanlar, ‘çıkacakları’ gün biri gelip çıkamayacaklarını söylese ne hissedeceklerini düşünürlerse bunu anlayabilir.)

Velhasıl, toplumun geniş bir kesimi, bu Eren Erdem’e yapıldığında da, Alparslan Kuytul’a yapıldığında da karşı çıkmayı bir refleks olarak benimsediği gün, doğru bir siyasi kültür geliştirmek için umut olabilir. Fakat, “X’in ezilmesi iyidir, bizim işimize gelir, sesimizi çıkarmayalım” diye düşündüğünüz zaman, toplumsal çatışmanın sonsuza kadar devam edeceğini kabul ediyorsunuz demektir. Kuytul’u kurtarmadan Eren Erdem’i, Erdem’i kurtarmadan Kuytul’u kurtaramayacağını görmek lazım. (Bunları sembol isimler olarak zikrettiğimi bilmem söylemeye gerek var mı? Herhangi başkaları da olabilir.) Zaten hepimiz biliyoruz ki, Kuytul’un uğradığı baskının sebebi bizim karşı olduğumuz türden ifadeleri değil, AKP iktidarına boyun eğmemiş, biat etmemiş olması. Yoksa, onunkinden beter ifadeleri olan birçok başka İslamcı figür, serbest dolaşmayı bırakın, rejimin nimetlerinden bol bol faydalanıyor.

Tepki çekme korkusu değil ama, fikirlerine katılmadığım birinin özgürlüğünü savunurken beni rahatsız eden başka bir şey var. Adamın birinin, ki bu Voltaire oluyor, neredeyse 250 yıl evvel gayet güzel ifade ettiği bir argümanı, 21. yüzyılda matah ve yeni bir şey söylüyormuş gibi tekrarlamaktan rahatsızım. Bu kadar düz, basit ve bilinen bir pozisyonu savunmak zül geliyor aslında. Gelgelelim, 2019 Türkiyesi bizi buna mecbur ediyor. (Gerçi dünya da oraya doğru ‘gerilemeye’ başladı ama o ayrı konu.)

Peki, neden yapıyorum bunu? Kimilerinin dedikleri gibi, “Yarın fırsat eline geçse önce benim gibileri ortadan kaldıracak birini savunacak kadar saf” olduğum için mi? (Bu, Kuytul’a yapılanlara itiraz etmem üzerine, çeşitli şekillerde bana sıkça söylenen bir söz oldu.) Ben bu ihtimali görmüyor muyum? Evet, görüyorum ve görmeme rağmen Kuytul’a yapılanlara karşı çıktığım için bunun saflık olduğu da söylenebilir ama bu ‘bilinçli bir saflık’. Bu bilinçli saflığı gösteriyorum, çünkü huzurlu, kimsenin yarınından endişesi olmadığı, herkesin kendini özgür hissettiği bir toplum yaratmanın, demokratik hukuk düzenine, ilkelerine, normlarına sadık kalmaktan geçtiğini düşünüyorum. Ve hukuk, alakart değil fiks menü; kimse kendi için ve kendisi gibi olanlar için beğendiğini ısmarlayıp, gerisini bırakamaz. İnsan haklarına dayalı demokratik hukuk düzeninde değil, sizinle aynı düşüncede olmayanlara karşı, zanlılara ve hatta hükmü kesinleşmiş suçlulara dahi hangi sınırlar içinde davranabileceğiniz bellidir, onları aşarsanız toplum olarak varlığın daha alt kademelerine inmişsiniz demektir. Dolayısıyla, fikirleri demokrasi ve özgürlükler için tehdit oluşturanlara, kendisine bir suç isnat edilenlere karşı dahi canınızın çektiği gibi, kuralsız davranamazsınız. Onlara karşı atacağınız adımlar dahi hukuk içinde olmak zorundadır. Bir başka saf umudum da, Kuytul çevresinden birkaç kişinin de bu yaşananlardan sonra haklara dayalı hukukun ve özgürlüklerin öneminin farkına varması – yalnız kendileri için değil, İslam’ı bir yaşam tarzı ve önceliği olarak kabul etmeyenler için de...