OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Bu yazı buzlanmalıydı

Soykırımları veya benzer kitlesel kıyımları çalışma konusu edinmiş sosyal bilimciler, tarihçiler ve hukukçular ister istemez, şiddet üzerine derinlemesine düşünürler. Öyle ya, nasıl oluyor da bir grup insan başka bir grup insana bu kadar korkunç şeyler yapabiliyor? Failler nasıl insanlardır? Şeytan ruhlu, istisnai kişiler midir? İnsanların genellikle düşündüklerinin aksine, soykırım planlayıcıları ve uygulayıcıları, cehennemden çıkıp gelmiş zebaniler olmuyorlar. Tabir belki rahatsız edici gelecek ama tam da “sizin, benim gibi sıradan insanlar”; sadece belli bir zamanın ve şartların ürünü hepsi. Başka bir açıdan baktığımızda, insanlık ve kötülük hep atbaşı giden iki olgu ve durum. Tabii, her şey bu kadar basit değil. Örneğin, aynı zamanın ve şartların ürünü olmalarına rağmen, kimi insanlar da soykırımlar sırasında fail değil ‘kurtarıcı’ oluyor. Onları farklı yapan nedir? İyilik ve kötülük... Hangisi istisna, hangisi kural? Bu sorunun bir yanıtı var mı? Bu noktaya dönmek kaydıyla, soykırım ve kitlesel şiddet üzerine çalışan araştırmacılara ve onların zihin ve ruh durumuna dair birkaç kelam edelim.

Bu insanlar, işleri gereği ayrıntılı şiddet sahnelerini sık sık okuyorlar ya da duruma göre, görsel malzeme varsa seyrediyorlar. Dediğim gibi, bu bir-iki kere de olmuyor, neredeyse ‘bir ömür boyu’ bunlara maruz kalıyorlar. O kadar korkunç sahnelere ‘şahit’ oluyorlar, insanın insana yapabileceği kötülüğün sınırlarını, daha doğrusu sınırsızlığını ‘görüyorlar’ ki, ruhen hırpalanmamaları çok zor. (Gerçi, öyle bir çağa denk geldik ki, en vahşi şiddet sahneleri, gerek gerçek gerek kurgu olarak her akşam oturma odalarımıza boca ediliyor. Fakat yine de, sözünü ettiğim kişiler buna daha düzenli ve uzun süre maruz kalıyorlar.) Doğrusu, takip eden satırları yazmadan önce epey düşündüm, çünkü burada bu sahnelerden örnekler vermek doğru ve iyi bir fikir midir, emin olamadım. Önce, bunları okumak okuyucuyu rahatsız eder diye yazmaktan vazgeçtim ama sonra hem anlatmak istediğimi çok daha iyi anlatacağı, hem de Türkiye’de zaten bayrağı hiç düşmemiş sağcı popülizmin dünyada da yükseldiği şu zamanda, insanlığın ‘daha dün’ yürüdüğü lanetli yolları hatırlamanın gereğine inandığım için, okuduklarım arasında hiç unutmadığım bir sahneyi örnek olarak aktarmaya karar verdim. Bu bir görsel haber olsaydı, anlatacağım sahne buzlanırdı. Bu sebeple, rahatsız olacağını düşünen varsa lütfen burada dursun ve okumaya sonraki paragraftan devam etsin. Aklımdan çıkmayan sahne şu: İkinci Dünya Savaşı sırasında, Nazi işgali altındaki bir Polonya kasabasında, bir Nazi subayı, kucağında üç-dört yaşındaki çocuğuyla yoldan geçen bir Yahudi kadını durduruyor. Çocuğu kadının kucağından çekip alıyor, ayak bileğinden tutarak birkaç kere duvara çalıyor ve o halde tekrar anasının kucağına veriyor.

Son üç satırı birkaç defa durarak, soluklanarak ve ne yalan söyleyeyim, gözümde biriken yaşları silerek yazdım. Bunu duygu sömürüsü yapmak için değil, söz konusu araştırmacıların ruh hali derken tam olarak neden bahsettiğimi anlatabilmek için söylüyorum. Farklı bağlamlardan, Ermeni Soykırımı’ndan, Bosna’dan, Ruanda’dan buna benzer yüzlerce, hatta binlerce örnek verilebilir. İşte bunun gibi enstantane ve olayları devamlı okuduğunuzu düşünün. Nasıl bir tutum geliştirmek lazım? Acıyı ve şiddeti içselleştirirseniz, sizin ruh sağlığınız bozulabileceği gibi, olayı anlamaya yönelik analizleriniz de zayıflayabilir. Öte yandan, soğuk ve ‘profesyonel’ bir tutum geliştirmek bana doğru gelmiyor, çünkü acılar karşısında duyarsızlığa sebep olabilir. Vahşetin acısını içinizde hissetmeden onu anlamak, anlatmak mümkün mü? Bir reçetesi, kullanım kılavuzu yok ama bir nevi dengeyi tutturmak gerekiyor.

Bu tür olay ve sahneleri okuduğunuzda veya izlediğinizde, neden ve nasıl soruları midenize bir yumruk gibi iniyor. Bir insan bunu nasıl yapabilir, bunu yapacak noktaya nasıl gelebilir? Öyle görünüyor ki vahşet ve şiddet söz konusu olduğunda bir eşik var, oradan sonra şiddet hem bireysel, hem toplumsal bazda, durdurulması çok zor bir hale geliyor. Onun da ötesinde, şiddetin dozu, uyuşturucu gibi, günden güne yükseliyor; fail açısından eylemleriyle ‘barışmanın’ yolu, daha fazla şiddetten geçiyor. Aklı şiddetle uyuşturmak gibi... Yukarıdaki anekdotu, Omer Bartov’un ‘Anatomy of a Genocide’ [Bir Soykırımın Anatomisi] başlıklı kitabında okudum. Bartov, vahşileşmeyi kurbanı insanlıktan çıkarmanın bir yolu olarak zikrediyor. Yani, insanı bir nesne, cansız bir obje yerine koyarak, ona yaptıklarını kolaylaştırmak...

İyilik-kötülük meselesine dönecek olursak, insanın iyi veya kötü doğasından bahsetmek yerine ondaki iyilik ve kötülük potansiyellerinden bahsetmek, sanırım, sorunu anlamak açısından daha doğru bir yaklaşım. Bana kötülük potansiyeli daha geniş görünse de, bunları matematik kesinlikte ölçmek mümkün olmadığından, kesin bir şey söylemek zor. Mesela, hedef grubun mensuplarını kendi hayatını tehlikeye atarak koruyanların yanı sıra, yukarıdaki örnekte olduğu gibi, çocuklara vahşice kıyanlar da var. Birincisi iyilik, ikincisi kötülük, ikisi de insan kaynaklı ama hangisi ‘büyük’?

Son olarak, soykırım gibi vakaları çalıştıkça öğrenilen bir şey de, toplumsal düzen dediğimiz şeyin aslında düşündüğümüzden çok daha kırılgan olduğudur. Günlük hayatımız içinde bunu fark etmeyiz, bize her şey yolunda gibi gelir, huzur ve güvenliğimizi sağlayan bir düzen içinde olduğumuzu düşünürüz. Fakat savaş, ekonomik bunalım, doğa felaketi gibi bir tetikleyiciyle –ki bazen o kadar büyük olaylara da gerek olmaz– her şeyin bir anda iskambilden kuleler gibi yıkıldığını görerek şaşırırız; o kadar ki, bir çeşit şok hali içinde paralize olur, sağlıklı düşünemez ve karar veremez oluruz. Toplumsal düzenin kırılgan olduğunun bilincine varmak, şiddet sorununu çözmez ama bireysel anlamda daha ilkeli ve ahlaklı bir yol tutmamıza yardımcı olabilir.