OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Tarih, düşüncenin biley taşıdır

‘Tarih tekerrür eder mi?’ sorusunun cevabı da ‘tekerrür’den ne anladığınıza bağlı. Eğer olayların şablon gibi birebir tekrarını anlıyorsanız, o durumda değil tarih, gün bile tekerrür etmez. Size tıpatıp aynı gelen günler arasında bile farklılık vardır.

 Tarih söz konusu olduğunda, “Tarihten ders almalı” veya “Tarih tekerrürden ibarettir” gibi söylene söylene klişe olmuş sözleri çok duymuşsunuzdur. Klişeleşmiş olmaları hem şans, hem şanssızlık. Şans, çünkü doğruluk payı barındıran bu ifadeler kulaklara yerleşmiştir; şanssızlık, çünkü klişeleşmiş olmaları içlerini boşaltmıştır, barındırdıkları kavramsal potansiyel tartışmalara pek yansımaz. Ya sorgulanmadan toptan kabul görürler, ya da toptan reddedilirler. Tabii, bu söylediğim daha ziyade popüler düzey için geçerli; yoksa evrensel akademide bu tartışmalar, tarih yazımcılığı, tarih felsefesi altında çokça tartışılagelmiştir fakat o tartışmalar da, özellikle Türkiye’de, biraz da akademinin kendine has özelliklerinden dolayı, kısıtlı bir zümreyle sınırlı kalmış, avama inememiştir. (“Avamımızın her şeyi tamam, bir tarih felsefesi bilmesi eksik” derseniz size hem katılırım, hem katılmam. Halkımızın ortalamasının eğitimsel eksiklikleri çok olduğu için tarih ilk sırada gelir mi tartışılır ama tarihe bakış ve ‘biz’ diye tanımladığınız grubu tarih içinde nasıl yerleştirdiğiniz, bugünün siyasetini ve dolayısıyla refahını, barışını doğrudan etkileyen, dolayısıyla mühim bir unsur.)
Peki, tarihten ders alınmaz mı? Bu sorunun cevabı, ‘ders’ sözünden ne anladığınıza bağlı. Şöyle ki, benzer her duruma uygulayabileceğiniz, bir-iki cümlelik ‘yap-yapma’ reçetelerini anlıyorsanız, öyle formüller biraz zor çıkar. Fakat, ‘ders’ derken, yaşadığınız coğrafyaya vurgu yaparak ama onunla sınırlı kalmayacak şekilde geçmişin olay akışını, aktörlerini, onların tercihlerini, eylemlerini bilmeyi ve bugün kendi analizlerinizi ve seçimlerinizi yaparken onları da göz önüne almayı kaset ediyorsanız, tarihten ders alınır, hatta alınmalıdır. (İnsanlar ders alıyor mu, o ayrı konu.) Tarih o kadar büyük bir olay ve aktör çeşitliliği sunar ki, bunları bilmek, insana ve topluma bakışınızı, teşhislerinizi, analizinizi keskinleştirir, ufkunuzu genişletir. Tarih, düşüncenin hem biley taşı, hem mihenk taşıdır. Tabii, tarihe ‘millî tarih’ anlayışıyla bakar, tarihi milletinizin geçmişte de ne kadar ‘büyük ve doğru’ olduğunu arama, bulma ve gösterme işine dönüştürürseniz, düşünceniz keskinleşmez, bilakis körleşir. Tarih, millî olan - millî olmayan diye ayrılmamalı; tam tersine, doğduğunuz, yaşadığınız coğrafyanın dışındaki, hatta uzağındaki yerlerin tarihini de mümkün olduğunca okumak gerekir. 
Benzer şekilde, ‘Tarih tekerrür eder mi?’ sorusunun cevabı da ‘tekerrür’den ne anladığınıza bağlı. Eğer olayların şablon gibi birebir tekrarını anlıyorsanız, o durumda değil tarih, gün bile tekerrür etmez. Size tıpatıp aynı gelen günler arasında bile farklılık vardır. Bir gün sabah evden çıktığınızda merdivende yatan kedi, ertesi sabah orada olmayabilir ve hangi ayrıntının olayların gidişatına etki edeceğini önceden bilemezsiniz. Fakat, tarih dediğimiz olay silsilesinde kopuşlar veya ani değişimler olsa da, süreklilikler de vardır. ‘Tekerrür’ derken bu süreklilikleri kastediyorsanız, o zaman tarih tekerrür eder. Tabii, tarihte değişim mi yoksa süreklilik mi esastır, bunlardan hangisi istisnadır, tarih felsefesinin temel tartışmalarından biridir. Bu soruya, “şudur” diye kesin bir cevap aramaktansa, olguların, yapıların, kurumların, eylemlerin değişimi arasındaki faz farkına işaret etmek sanırım daha doğru. Yani, bazı şeyler görece daha hızlı değişebilirken, bazı diğer şeyler daha dirençli ve uzun ömürlü olabilir. Örneğin –siyasi– alışkanlıklar, zihniyet, iş yapma biçimi o kadar kolay değişmeyebilir. Yaşadığımız coğrafyadan konuşacak olursak, kanaatim odur ki, bu topraklarda rejim değişse de, kendine ‘devlet’ diyen adamlar grubunun düşünme, yönetme, yönettiklerine yaklaşma biçimi, kendilerini ve halkı konumlandırışları pek değişmemiştir. Hatta, deseler ki devletin kasasında kırmızı kaplı bir defter var, yüzyıllardır orada duruyor, işbaşına gelen herkes onu okuyup devletçilik oynuyor, şaşırmam. 
Devletteki alışkanlıklar ve yaklaşımın sürekliliğine dair ilginç bir örnek vereyim. Tabii, tek bir örnek tek başına bir şey ispatlamaz ama bu örnekler çoğaltılabilir. Vereceğim örnek, bir yandan bakınca hayli eski, 1830’lardan ama öte yandan, tarihin akışı içinde çok da eski değil. 
İleride Prusya’nın önde gelen askerlerinden olacak olan Helmuth von Moltke, 1835-39 arası Osmanlı İmparatorluğu’nda askerî ve teknik danışman olarak görev yapar. O sırada notlar alır, mektuplar yazar. Onların birinde, 1836’da İstanbul’da yaşanan kuraklıktan bahseder. Malum, o zaman İstanbul’un suyu, Belgrad Ormanlarından bentler ve su yolları vasıtasıyla sağlanıyor. Padişah, von Moltke’den bu soruna dair tavsiyelerde bulunmasını ister. İlgili bürokratlar yeni bent yapımını savunurken, von Moltke mevcut yapıyı iyileştirmekten yanadır. Kendisine kulak verelim: “Önce İstanbul’da mevcut sarnıçların asıl yapılış maksatlarına tahsis edilmesini, ikinci olarak bütün su yollarının tamir edilmesini, nihayet bentlerin arkasındaki göllerin kazılarak daha derinleştirilmesi ve genişletilmesini tavsiye ettim… Fakat böyle gösterişsiz bir şey Türklerin zevkine uygun değildir. Onların padişaha bir şeyler göstermeleri lazımdır; açılış töreni için bir köşk yaptırılması ve bir şenlik zaruridir. Çok muhtemeldir ki yeni bir bent yaptırmayı tercih edecekler, bu da yarım milyon talere mal olacak.” (İş Bankası Yayınları tarafından 1960’ta, ‘Türkiye’deki Durum ve Olaylar Üzerine Mektuplar’ ismiyle basılan Hayrullah Örs çevirisinden. Vurgular orijinalinde var.) Burada anlatılan bürokratik düşünce ve davranış biçimi açısından iki yüzyıl sonra bugün dahi bir süreklilik olduğu söylenemez mi? Döndük dolaştık da mı buraya geldik, yoksa hep mi buradaydık?