OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Soylu siyasetçiler

Seçim süreci ya da adı ‘seçim’ olan bir süreçteyiz. İktidarın irili ufaklı köşelerini kapanlar her gün konuşuyor. En başköşeyi kapan da dahil. Siyasi rakiplerini, kendileriyle aynı kampta olmayanları, her gün ‘ajan’, ‘hain’, şucu, bucu diye yaftalayıp duruyorlar. Bu tavır ve tutum aslında bu topraklarda bir siyaset ve devlet geleneği. İktidar sahipleri, devlet adamları öteden beri bu yöntemi takip ederler. Ben de bu hafta bunların erken dönem örneklerinden bahsetmeye çalışacağım. 

Abdülhamit’e muhalefet eden ve genel olarak ‘Jön Türkler’ olarak adlandırılan topluluk, malumdur ki iki ana kanada ayrılır. (Aslında, grubun tarihi içinde başka klikler de var ama o ayrıntılar konumuz değil.) Biri Ahmet Rıza grubu, diğeri Prens Sabahattin grubu. Kabalaştırarak söyleyecek olursak, birinci grup daha Türkçü ve devletçi kanat iken, ikinci grup nispeten daha liberal, özgürlükçü kesimi temsil ediyordu. (Gerçi, ‘liberal’ olarak adlandırılan grupta Sabahattin’den başka etkili bir isimden bahsedilebilir mi, tartışılır.) Birinci grubun, Talat ve arkadaşları tarafından Selanik’te kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’yle birleşmesiyle, ortaya, Türkiye siyasetinde birçok partinin genetik babası olan İttihat ve Terakki (İT) çıktı. Bu birleşmeyle, daha ziyade düşünce adamı rolündeki Ahmet Rıza’nın ekolü geride kalırken, Selanik tayfasının örgütçü, komitacı ruhu İT’ye hâkim oldu. Prens Sabahattin de, 1908 devrimi/darbesinden gerek önce, gerek sonra onların siyasi rakibi oldu. İT’nin sivil kanadının Talat’tan sonra belki de en etkili isimleri olan Dr. Bahattin Şakir ve Dr. Nazım, Prens Sabahattin’i yıpratmak için onun “Ermenici” olduğunu ileri sürdüler. Ama bu yetmezdi, onlara göre Sabahattin aynı zamanda bir “İngiliz ajanı”ydı. Ve tabii ki onu “saf Türk” olmamakla ‘itham’ ediyorlardı. O aslında Türk değil, Gürcü’ydü. Böylece ihanetinin en derinde yatan sebebini de keşfetmiş oluyorlardı; ‘kanı bozuk’tu. (Yorumlar ve sıfatlar bana ait ama bu konuda bilgi için Şükrü Hanioğlu’nun ‘Preparation for a Revolution’ ve Ronald G. Suny’nin, Türkçesi Aras Yayıncılık’tan çıkan ‘Ancak Çölde Yaşayabilirler’ kitaplarına bakılabilir.) Türkiye siyasetinde bu tarzın son bulduğu söylenemez sanırım.

Diğer bir örnek de, gene İT’nin bir ‘doktor’u; başka mülki görevlerde de bulunmuş olmasına rağmen, Ermeni Soykırımı sırasında Diyarbekir Valisi olarak akılda kalan Dr. Reşit. Onun, Türkiye siyasetçisinin ilk sürümlerinden biri olduğunu söylemek isterdim ama o günden bugüne fazla bir gelişme olmadığı için hâlâ ilk sürümün kopyalarıyla muhatabız. Dr. Reşit için mütemadi devlet geleneğinin vücut bulmuş hali desek abartmış olmayız. Soykırım sırasında Diyarbekir Valisi olarak atanınca ‘görev’ini pek bir şevkle yapar. Ermenilerin sürgününe ve katledilmesine karşı çıkan veya ayak direyen Lice Kaymakamı Hüseyin Nesimi’yi ve Beşiri Kaymakam Vekili Ali Sabit Es Süveydi’yi adamlarına öldürtmekten de çekinmez ve suçu da tabii ki “Ermeni çeteleri”nin üzerine atar. Ali Sabit’in mülkiye müfettişi olan abisi Naci Bey, hem kardeşinin hem de Hüseyin Nesimi’nin katlini araştırmaya başlar. Cinayetlerde Reşit’in sorumluluğunu devletin çeşitli üst makamlarına iletir. (Reşit’in salahiyeti zaten o üst makamlardan aldığını tahmin edememiş.) Reşit, bildik taktiği kullanarak, Naci’yi “Ermenileri desteklemek”le itham eder. Naci Bey’in ihanetine dair elinde belge olduğunu ve bunu daha sonra açıklayacağını belirtir. (Teknoloji yeterince gelişmiş olsa, “Elimizde MOBESE görüntüleri var, gelecek Cuma açıklıyoruz” derdi herhalde.) Bunlar bir yana, devletin güvenliği için gerekirse Ali Sabit’i de öldürtmekten çekinmeyeceğini de beyan eder. (Gene tanıdık bir pervasızlık.) Dahiliye Nezareti, gene bir devlet geleneğine uyarak, Reşit hakkındaki iddiaların soruşturulması işini gene Reşit’e verir. Tabii ki, ne tetikçileri ne de Reşit’in kendisi için etkin bir kovuşturma veya cezalandırma söz konusu olur. Ta ki savaştan sonra dosya tekrar açılana kadar. Reşit, bu soruşturma kapsamında 5 Kasım 1918’de tutuklanır, 25 Ocak 1919’da hapishaneden kaçar, 6 Şubat’taki kovalamaca sırasında yakalanacağını anlayınca intihar eder. (Kaymakamların katledilişinin ve sonrasının daha ayrıntılı ve derli toplu bir anlatımı için, Burçin Gerçek’in İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Akıntıya Karşı: Ermeni Soykırımında Emirlere Karşı Gelenler, Kurtaranlar, Direnenler’ kitabına bakılabilir.)

Artık siz karar verin, bugünün Hüseyin Nesimi’leri, Ali Sabit’leri kim; Bahattin Şakir’leri, Nazım’ları, Reşit’leri kim... Nitekim, bunların hamurundan birçok suç ortağı, mütareke sonrasında kapağı Ankara’ya atmayı başardı ve birkaç sene sonra kurulacak cumhuriyette siyasi kariyerlerinde üst basamaklara çıktılar, örnekleri bugün de görülen soylu siyasetçiler veya ‘hükümete yakın’ saygın gazeteciler oldular. Velhasıl, siyasi kültürümüzün mayası sağlamdır, kolay kolay dağılmaz.