OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Tarihçinin elleri kirlenecek

Bugünün kavgaları tarih üzerinden veriliyor. Her kesim tarihin meşrulaştırıcı gücünü arkasına almak istiyor. Birçok akademik tarihçi bundan hoşlanmaz. Bunu tarihin, daha doğrusu tarihçiliğin ‘ayağa düşmesi’ olarak görürler. Özellikle Türkiye söz konusu olduğunda pek de haksız sayılmazlar. Payitaht gibi dizilerde tarih gerçekten de ayağa düşüyor. Peki, bu engellenebilir mi? Herhalde engellenemez. Öyleyse, tarihçi yakıcı bir soruyla karşı karşıya

Tarih ve tarihyazımı, belki icat edildiği günden beri, hep bir manipülasyon aracı olarak kullanılageldi. Her zaman muktedirler, galipler, kendi tarihlerini kendi istedikleri gibi yazdırdılar. Doğru ve yanlış bilginin, makbul ve müptezel görüşlerin karmakarışık biçimde, hiçbir ayıklamaya, sınanmaya tabi olmadan, hızla yayıldığı günümüzde ise tarih artık düpedüz bir cinayet ve zulüm aracı oldu. Katliamlara, baskılara, zulümlere zemin, payanda haline geldi. Her gerçek veya potansiyel katil, kendini meşrulaştırdığı, haklı çıkardığı bir tarih anlatısıyla çıkıyor karşımıza. O anlatıya itibar edip, kendisine hak vermemizi bekliyor. Bu tarih 10 yıl öncesine ait olabileceği gibi, 1000 yıl öncesine de ait olabiliyor ve katiller bu noktaları, birbirini takip eden olaylarmış gibi kolayca birleştirip, aynı hikâyenin parçaları haline getiriyorlar.

Dahası, bu anlatı kalubeladan beri aklar ile karalar arasındaki savaş gibi sunuluyor. Aklar biz, karalar öteki; sadece kavga için temas eden, onun dışında birbirine değmeden, almadan vermeden uzayıp giden iki çizgi, birbirinden ayrı akan iki nehir... Bugün akların son temsilcisi biziz, karaların son temsilcisi ise şimdi adına düşman dediklerimiz. İnsan zihni seviyor böyle hikâyeleri. Bütün tutarsızlıklardan, grilerden, melezliklerden temizlenmiş, anlaması, takip etmesi, değerlendirmesi kolay; akıldan çok duygulara hitap ediyor, heyecan veriyor, kendi başına zerreden kifayetsiz bireyin varlığına kendince bir mana vermesine vesile oluyor.

Bunları yazarken aklımda, Yeni Zelanda’da cami katliamını yapan caniyle ona Türkiye’den verilen ve aslında aynadaki aksinden başka bir şey olmayan kimi tepkilerin olduğunu tahmin etmişsinizdir. Fakat bu durum onlarla sınırlı değil, tam manasıyla bir çağ yangını olmaya doğru gidiyor. Tarihin tahrifi ve manipülasyonu açısından Türkiye zaten hep bir ‘cennet’ti. Öyle ki, içinde bulunduğumuz ‘seçim’ sürecinde iktidarın en yetkili ağızları, bir belediye başkanlığı uğruna sözünü ettiğimiz düşmanca tarih anlayışının pompalıyorlar. Tarihî olduğu iddia edilen televizyon dizileri gibi (‘Diriliş’, ‘Payitaht’...) kültür ürünlerinin yaptığı tahrifat ve tahribat ise başlı başına bir konu. Aslında bu diziler ve etrafında dönen tartışmalar, tarihin geçmiş kadar, belki de daha fazla, bugünle ilgili bir mefhum ve mesele olduğunu ortaya koyuyor. Bugünün kavgaları tarih üzerinden veriliyor. Her kesim tarihin meşrulaştırıcı gücünü arkasına almak istiyor. Birçok akademik tarihçi bundan hoşlanmaz. Bunu tarihin, daha doğrusu tarihçiliğin ‘ayağa düşmesi’ olarak görürler. Özellikle Türkiye söz konusu olduğunda pek de haksız sayılmazlar. Payitaht gibi dizilerde tarih gerçekten de ayağa düşüyor. Peki, bu engellenebilir mi? Herhalde engellenemez. Öyleyse, tarihçi yakıcı bir soruyla karşı karşıya.

Gerek dünyanın farklı yerlerinde, gerek Türkiye’de, tarihin, yaşanmış veya potansiyel katliamların, pogromların zemini haline geldiği bu zamanda tarihçi dediğimiz kişiler ne yapacak, ne yapmalı? Kime tarihçi diyeceğimiz sorusu bir yana, tarihçi olmaya kendinden menkul bir doğruluk yüklemiyorum. Nitekim, sıfatı tarihçi olup da katillerin değirmenine su taşıyan çok isim olageldi, var. Dolayısıyla, “Tarihçi ne yapmalı?” sorusunda tarihçi kelimesinin önüne bir sıfat getirilmeli ama bu sıfat nedir, tartışılır. ‘Sorumlu’ mu? ‘Özgürlükçü’ mü? Dediğim gibi, tartışılır ama sıfat arayışının kendisi tarihçinin ister istemez tarafını seçmek zorunda olduğunu da işaret ediyor kanımca. 

Bu, tarihçinin her kişiye, her kültür ürününe birebir cevap yetiştirmesi gerektiği anlamına gelmez. Siyasi pozisyon derken, bunun günlük parti tartışmalarında bulunmak demek olmadığı da açıktır. Fakat tarihçinin, doğuştan getirdiği veya içine doğduğu kimlikleri değil, toplumsal yaşama dair doğruları (özgürlük, adalet, barış, eşitlik) önceleyen siyasi bir bakışının olması gerektiğine işaret eder. Tarihçi olsun olmasın, kime sorsan bu ilkeleri desteklediğini söyleyecektir ama önemli olan yaptığınız işin gösterdiğidir.

Tarihçinin siyasi pozisyonu olması, metodolojisinden, dolayısıyla yaptığı işin kalitesinden taviz vereceği veya verilerini, bulgularını siyasi amaçlar uğruna çarpıtacağı anlamına da zinhar gelmez. Tarihçilik, özellikle de akademik tarihçilik, kelimenin iki manasıyla da bir disiplindir (belirli bir alana ait bilginin belirli kurallar çerçevesinde üretilmesi ve bir işin uzun süre, detaylara dikkat ederek, aynı biçimde uzun süre yapılması anlamında). Tarihçiden beklenen, tarafsızlık değil, entelektüel ve mesleki dürüstlük olmalıdır ki bu da verileri gizlememek, çarpıtmamak, bilerek yanlış aktarmamak gibi ilkeleri kapsar. Kaldı ki, tarihçinin bu tür tahrifatlar yapmasına gerek yoktur, çünkü tarih dediğimiz, neredeyse bir sonsuzluk; orada özgürlük potansiyeli, daha iyi bir toplum potansiyeli barındıran ama tamamına erememiş nice girişim, nice akıl, nice olay var. Tarihçiye düşen, içinde yaşadığımız düzenin insanlık için mümkün olan yegâne düzen olmadığını ve bugünün, geçmişin bazı dörtyol ağızlarında yapılan tercihlerin, baskın çıkan anlayışların ürünü olduğunu göstermek. Geçmişte yürünecek başka yollar da olduğunu gösterebilirsiniz; bu, gelecek için de yürünecek başka yollar olabilir demektir. Bu söylediğim, çok kuvvetli bir sınıf boyutu barındırmakla birlikte, onunla sınırlı değil. Din, milliyet, toplumsal cinsiyet gibi, birçok iktidar ilişkisini ve yapısını kapsıyor.  

Velhasıl, “Tarihçiliğe siyaset bulaştırmayalım”, kulağa hoş gelen ama bu dünyaya ait olmayan bir söz. Biz beğensek de beğenmesek de, tarihçilik siyasi bir alan. Gönül isterdi ki tarihçilik steril bir iş olsun. Kim istemez yaptığı işin pislikten ari, tertemiz bir meşgale olmasını... Fakat sanırım, tarihçinin siyasete bulaşmama gibi bir şansı yok, çünkü süregelen bir yapı ve ilişkiler ağı olduğu için, öyle bir şey yokmuş gibi yapmak da sonuçta onun varlığının devamına hizmet eden bir eylem, zımni bir siyasi tercih oluyor.