‘Hiçbir hayat kayıp değildir, seçtiğimiz her yolun bir anlamı vardır’

Yunanistanlı fotoğraf sanatçısı Constantin (Konstantinos) Pittas, 1985’ten itibaren beş yıl boyunca Avrupa’da, Demir Perde’nin iki tarafındaki günlük hayatı yansıtan, aradaki ortak noktalara odaklanan fotoğraflar çekmiş. Sanatçının, bölünmüş kıtanın insanlarını fotoğraf aracılığıyla birleştirmek gibi ‘naif’ bir hedefle sürdürdüğü ve Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından yarım bıraktığı projenin ürünleri, 25 yıl bir dolapta kapalı kaldıktan sonra, 2015’te, ‘Images of Another Europe’ başlıklı bir kitapta toplanmış. 22 Mart’ta İstiklal Caddesi’ndeki Sismanoglio Megaro’da açılan (15 Nisan'a kadar gezilebilecek) ‘Atina-İstanbul’ başlıklı sergisi vesilesiyle İstanbul’da bulunan Pittas’la sıradışı fotoğrafçılık serüveni ve fotoğraf anlayışı üzerine konuştuk.

 

Hayatınıza fotoğrafın nasıl girdiğiyle başlayalım. Rahat bir işi olan bir mühendis neden bu konumunu bırakıp, hayatına bambaşka bir yön verir?
Her şey bir bunalımla başladı. Mühendisliği bu nedenle bırakmak zorunda kaldım. O dönemler için, 25 yaşında birine göre gayet iyi bir kazancım vardı ama mutlu değildim. Hayatın böyle süremeyeceğini düşünmeye başladım, çok anlamsızdı. Mühendis olmayı seçmemin nedeni lisede iyi bir öğrenci olmamdı. Önümdeki tek seçenek, herkes gibi Politeknik’e (Atina Teknik Üniversitesi) gitmekti. Matematiği çok seviyordum ama matematikçi olamadım, çünkü düşük seviyeli bir meslek gibi görülüyordu. Ben de mühendisliği seçtim. Fakat çalışmaya başlayınca bu işin bana göre olmadığını gördüm. İşimin çoğu devlet bürokrasisiyle ilgiliydi, bundan nefret ediyordum. Sonunda bunalıp her şeyi bıraktım. Evde tek başıma, dış dünyadan soyutlanmış şekilde yaşıyordum. Hayatım üzerine düşünmeye, bu hayatta ne yaptığımı sorgulamaya başladım. “25 yaşına geldim, demek hayatım bundan ibaretmiş” düşüncesiyle depresyona sürüklendim. Böyle geçen üç-dört ayın ardından, bir şeyler yapayım, biraz evden çıkayım diye küçük bir fotoğraf makinesi aldım. Dışarı çıkıp fotoğraf çekmeye başladım. Sonra karanlık oda kurmayı ve film banyo etmeyi öğrendim. Durmadan fotoğraf çekiyordum. Bu işe o kadar kaptırdım ki kendimi, kız arkadaşımdan ayrıldım. Evden her gün sabah 8’de çıkıyor, akşam 10’da dönüyordum. Atina’nın sokaklarında yürüyerek fotoğraf çekiyor, eve dönünce filmleri banyo ediyordum. Ertesi gün de aynı şey... Aylarca böyle devam ettim. Şimdi Sismanoglio’da sergilenen çalışmalarım o dönemdendir. 2017’de kitabım çıkana kadar fotoğraflarımı hiç yayımlamadım. Böyle bir niyetim hiçbir zaman olmadı. Kişisel bir işti yaptığım, paylaşmak istemiyordum. O ilk çalışmamın bir dolapta kapalı kalmasının nedeni de budur. Ertesi yıl yani 1985’te Avrupa’da seyahat etmeye başladım. Beş yıl boyunca Doğu ve Batı Avrupa’da çok yoğun bir şekilde fotoğraf çektikten sonra fotoğrafçılığı tamamen bıraktım.

Neden bıraktınız?
Zor bir dönemdi benim için. Projem sona erdiği için sıkkındım. Öncesinde, tüm Avrupa’yı kapsayan, bu kıtanın fotoğraf aracılığıyla nasıl bütünleştiğini gösterecek bir kitap hazırlayabileceğim gibi naif bir düşüncem vardı. Malum, 80’lerde Soğuk Savaş sürüyordu, Demir Perde ve sınırlarla bölünmüştü kıta. Berlin Duvarı’nın yıkıldığı gece oradaydım; Avrupa’nın içindeki sınırları kaldırıp bütünleşeceğini gördüm ve o naif projemin hiçbir anlamı olmayacağının farkına vardım. Ayrıca beş yıldır seyahat etmekten yorulmuştum. Yunanistan’a dönünce her şeyi bırakmaya karar verdim. Fotoğrafla anlatabileceğim bir şey kalmadığını hissediyordum. Özel ders vermeye başladım, matematik dersleri. Sonra eşimle tanıştım, evlenip aile kurmaya karar verdik. Ardından iki kızımız geldi.

Oysa beş yıl boyunca Avrupa’nın o gerçeküstü halini kayıt altına alarak, çok değerli bir belgelendirme çalışması yapmışsınız...
Evet, ama çoğunlukla yalnız, yoksul kişilerin, mutsuz kadınların fotoğrafını çekince, topluma dair objektif bir yaklaşımdan ziyade, kendi kişisel bakışınızı ortaya koymuş oluyorsunuz. Bu yüzden hakikati objektif bir şekilde kayıt altına alamadığımı düşünüyordum. Foto muhabirleri gibi, hakikati olduğu gibi göstermenin de ilgimi çekmediğinin farkına vardım. Olaylara dair kişisel görüşümü yansıtıyordu yaptığım iş. Örneğin, o zamana dek hep yalnız bir insandım, birçok başka insanın da yalnız olduğunu hissediyordum. En çok gördüğüm şeylerden biri insanların yalnızlığıydı, özellikle de Atina’da. Çalışmalarımı gören birçok kişi, bana Atina’yı neden bu kadar karanlık ve hüzünlü gösterdiğimi sorar. Ama ne yapabilirdim ki? O şehirdeki insanları öyle görüyordum. Çok yalnız, hem toplumsal anlamda hem de sokaklarda kendi içine kapanmış, içinden düşünen, içe dönük… Sonra en önemli şeyin, insanları içeriden görmek olduğunu hissettim. Fotoğraf makinesi, insanların içini, ruhunu görmenize yarayan bir araçtır. Fotoğrafçı olmak istiyorsanız, kendinizi önemli biri olarak görmemeli, mütevazı olmalısınız. Yoksa insanların içini göremezsiniz. Kendinizi, fotoğrafını çektiklerinizden daha önemli addediyorsanız, yaptığınız iş fotoğrafçılık değildir, salt kendinizi ifade etmektir. Fotoğrafçılık, dikkati ‘öteki’ne yöneltmek, ‘öteki’ne ihtimam göstermektir. Fotoğraf ‘öteki’ için çekilir. Örneğin resimde sanatçının kendi iç dünyasını kişisel olarak ifade etmesi söz konusuyken, fotoğraf onu çekenle ilgili değildir. Fotoğraf, mütevazı olup, ‘öteki’ni, kendi hayal ettiğiniz şekilde değil olduğu gibi görme becerisidir. Az evvel sözünü ettiğim bunalımlı dönemimde, statü sahibi olsam da dünyanın merkezi olmadığımı gördüm, hayatın ve öteki insanların kendimden daha önemli olduğunun farkına vardım ve içime kapalı kalmayıp, başkaları için bir şeyler yapmam gerektiğini hissettim. 


(Constantin Pittas, FOTO: Berge Arabian)

Ne gibi şeyler?

Doğu Avrupa’da gördüğüm tüm o insanlara birer ‘yüz’ vermem gerektiğini hissetmiştim. Hiç yüzleri olmamıştı, onları göremiyorduk. Batı Avrupa’daki yoksul ve yalnız insanlar da aynı durumdaydı. Fotoğrafçı, unutulmuş, geride ya da kenarda kalmış insanlara bir ‘yüz’ kazandırmak gibi bir sorumluluk taşımalı. Bu sorumluluk hissi yıllar önce, Atina’da yaptığım çalışma sırasında doğmuştu içimde. O fotoğraflarda birçok yalnız insan vardır. Sismanoglio’daki sergide yaşlı bir adam ve bir kedinin olduğu bir fotoğraf var. Makinemle çektiğim ikinci fotoğraftır o. Atina’da, bir sürü insanın eğlendiği, bağırıp çağırarak dans ettiği bir karnavaldaydım. O keşmekeşin ortasında, yanında bir kediyle duran bu yalnız adam çekti dikkatimi. Kimse onu görmüyordu, fark etmiyordu, sanki yokmuş gibi... İşte, fotoğrafçının rolünün, misyonunun, bu adam gibi unutulmuş insanlara bir yüz ya da ses vermek olması gerektiğini düşünüyorum. 

Bu misyonla çalışan bir fotoğrafçı olarak, fotoğraf dünyasında kendinizi nasıl bir konumda görüyorsunuz? Çalışmalarınızı yayımladıktan sonra büyük bir değişim oldu mu?
Her şeyden önce, kendimi önemli biri gibi hissetmek için artık fazla yaşlıyım. O his bir gençlik belirtisidir. Çalışmalarımın yayımlanması nasıl oldu, anlatayım. Hepsi 25 yıl boyunca bir dolapta kapalı durdu. Seyahat ederek ve fotoğraf çekerek geçirdiğim o beş yıl benim için çok acı vericiydi; hep yalnızdım. O dönemi tamamen unutmam gerekiyordu. Psikolojide denir ki, biri yaşadığı bir şeyi unutmak isterse, tamamen unutur. Ben de, 1990 yılı civarında çalışmalarımı bir yere kaldırdım ve unuttum. Eşim ve birkaç fotoğrafçı arkadaşım bile görmedi o fotoğrafları. Yıllar sonra, 2014’te, negatifleri o dolapta tesadüfen buldum. Sırf zevk için birkaçını taradım, her gün bir tanesini Facebook’a koymaya başladım. Çektiğim fotoğrafların, onları görenler için özel bir anlam ifade etmesi beni çok şaşırttı. Tuhaftı çünkü her zaman, gençliğimde, ne yaptığımı bilmediğim bir dönemde, kişisel bir ihtiyacımı gidermek için fotoğraf çektiğimi, bunların başkaları için hiçbir anlamı olmayacağını düşünmüştüm. Ama arkadaşlarım daha fazla fotoğraf görmek isteyince bunları Facebook hesabımdan paylaşmaya devam ettim. Bir yıl sonra, paylaştığım fotoğrafların sayısı 300’ü aşınca bu çalışmalarla bir şey yapmam gerektiğini fark ettim, çünkü başkalarına anlam ifade ediyorlardı. Onları sırf kendime saklamak bencillik olurdu. Bu düşüncelerle, kitabın ilk cildini yayımladım. Büyük bir başarı elde etti. Herhangi bir yayınevinin etiketini taşımayan, kişisel yayın olarak çıkmış bir kitabın tükenmesi az rastlanan bir durumdur. 1000 kopya basılmıştı. Dağıtımcım yoktu; Atina’daki birkaç kitabevinin yardımıyla hepsi satıldı. 2016’da, tanınmış bir Yunan fotoğrafçı kitabımı keşfetmiş. Onun önayak olmasıyla, Atina’nın en önemli müzelerinden biri olan Benaki’de, 150 fotoğrafımın yer aldığı, büyük bir sergi açıldı. Sergi de çok başarılı oldu. İnsanlar çalışmalarımı beğendi. Her gün sergi turları düzenleyip, ziyaretçilere seyahatlerimi, 80’lerin Avrupa’sını nasıl fotoğrafladığımı anlattım. Keşfedilen bir fotoğrafçı oldum. Elimdeki negatifleri daha dikkatli bir şekilde elden geçirmem gerekti. Yaklaşık olarak 35 bin negatif... Kitabın ikinci cildi geçen Aralık ayında yayımlandı. Şu anda Avrupa için yayıncı arayışındayım. Herkes, Avrupa’nın tamamını kapsayan başka bir çalışma olmadığını söylüyor. Toplam 17 ülkede fotoğraf çekmiştim.

(FOTO: Constantin Pittas, Paris)

Doğu Avrupa ile Batı Avrupa arasında, kültürel, sanatsal, iktisadi ve düşünsel açıdan ne gibi benzerlikler ve farklılıklar gözlemlediniz? 
Gördüklerim karşısında büyük bir şok yaşadım, özellikle de soldan gelen biri olduğum için. Yunanistan’da 1974’te cuntanın devrilmesini takip eden dönemde gençliğin büyük bir kesimi solcuydu. O yıllarda Doğu Avrupa’yı ziyaret eden bazı solcular, orada nasıl bir gerçeklik yaşandığını gördüklerinde hayal kırıklığına uğruyorlardı. Örneğin Romanya’daki Çavuşesku yönetimi ve yoksulluk büyük bir şoktu. Ama Yunanistan’da dogmatik solcular ve fanatikler buna inanmıyordu. O yıllarda bazı dergiler ve çeşitli yayınlar için, Doğu Avrupa’ya dair yazılar ve röportajlar hazırlıyor, bunları yayımlatmaya çalışıyordum ama her seferinde aynı soruyla karşılaşıyordum: “Neden bunları göstermek istiyorsun?” Hatta “Anlattıkların doğru değil, gördüklerini yazmamışsın. Antikomünist misin?” diyorlardı. O dönemde editörlerin çoğu dogmatik sol çevrelerdendi. Dolayısıyla yazdıklarım hiç yayımlanmadı. Oysa ne gördüysem onu yazıyordum. Örneğin Bükreş’e iki kez gitmiştim ve iki seferinde de, aşırı yoksulluk, sefalet, sıcaklık sıfırın altındayken hiçbir ısıtma sistemi olmayan bir şehir, uzayıp giden yiyecek kuyruklarından başka bir şey görmemiştim. 

Durum Doğru Avrupa’nın her yerinde böyle miydi? 
Hayır, hayır. Örneğin Macaristan ve Polonya hem yaşam standardı, hem de özgürlükler açısından çok daha iyiydi. Çekoslovakya ya da Doğu Almanya gibi, zengin, iyi birer eğitim ve sağlık sistemine sahip ama son derece baskıcı rejimlerle yönetilen ülkeler de vardı. Buna tanık olmak, özellikle de insanların gözlerindeki korkuyu görmek berbat bir şeydi. Seyahatlerimde hep kadınların davranışlarını gözlemlemişimdir, çünkü onları erkeklerden daha ‘ifadeli’ buluyordum. Ülkedeki durum, kadınların davranışlarından anlaşılabiliyordu. Örneğin Doğu Almanya’da kadınlar çok mütevazı ve utangaçtı, Batı Almanya’da ise kendilerinden çok emin, çok güçlü görünüyorlardı. Bu fark, yaşadıkları ülkenin rejimleriyle ilişkiliydi. 

Siyasi yelpazenin solunda yer alan biri olarak, Batı Avrupa’yı nasıl görmüştünüz? 
Batı benim açımdan bir cennet değildi. Batı’da o kadar çok yoksul insan olduğunu görünce şoke olmuştum. Yalnızlık da çok yoğundu. Bir keresinde, iki ay boyunca Batı Almanya’nın küçük şehirlerinde, kasabalarında dolaşmıştım. Gördüğüm tek şey, sokaklarda ve parklarda tek başına yürüyen yaşlılar oldu. Yaşlıların o yalnızlığı beni o kadar etkilemişti ki, çocuk görmeyi özlemiştim. Sonrasında, her fırsatta, kendimi mutlu etmek için çocukların fotoğraflarını çekmeye başladım. Negatiflerim arasında çok çocuk fotoğrafı vardır.

Doğu Avrupa’da fotoğraf çekerken herhangi bir sıkıntı yaşadınız mı?
Şanslıydım, çünkü benim fotoğrafçılık tarzım Doğu Avrupa’da bu tür bir çalışma için en uygun tarzdı. Tek bir fotoğraf makinesi kullanıyordum, bütün işi onunla yapıyordum. Minox marka bir makineydi, o günlerde ondan daha küçüğü yoktu. Tam casus tipi fotoğraf makinesi yani! (gülüyor) Ayrıca, makineyi hiçbir zaman göz hizasında tutmuyordum, hep göğüs hizasında tutarak gizli çekim yapıyordum. Çok az insan fark etti fotoğraf çektiğimi. Kullanımı zor olmayan, 35 mm’lik bir merceği vardı makinenin. Diyafram açıklığı ve ışık için otomatik modu açıyordum. Ama kadraj ve kompozisyonu büyük ölçüde sezgisel olarak ayarlıyordum. Doğu Avrupa’da başka türlü çalışmak mümkün değildi. Bu arada, o yıllarda iki kez tutuklandım. İkincisi 1988’de, Bulgaristan’da oldu. Tam bir felaketti. Yetkililer 100 makara, dolu filmime el koydu. Polonya’da çekimler yapmış, Bulgaristan üzerinden Yunanistan’a dönüyordum. Sınırda beni durdurup tutukladılar. Çantalar dolusu fotoğraf filmini görünce, beni beş gün tuttular, ne tür fotoğraflar çektiğimi görmek için bütün filmleri banyo ettiler. Casusluk yapmadığımı anlayınca beni sınırdışı ettiler. Bir bakıma şanslıydım, çünkü insanların fotoğraflarını çekiyordum. Binaları ya da devlet memurlarını fotoğraflamış olsaydım kim bilir ne gelirdi başıma. Ama o 100 makara filmi geri alamadım. 

(FOTO: Constantin Pittas, Viyana-Avusturya)

Fotoğraf serüveniniz başlayalı neredeyse 35 yıl olmuş. Fotoğraf, sizin için, kendinizi ifade etme açısından ne gibi bir önem taşıyor? Fotoğraf olmadan yaşayabilir misiniz?
İlginçtir; şimdi farkına varıyorum ki, fotoğrafçı olarak bir yeteneğim varmış, onu kullanarak belki daha iyi bir kariyer yapabilirmişim. Ama 25 yıl bu alandan uzak durup başka şeyler yaptım. 2014’te keşfedilince tekrar fotoğraf çekmeye başladım. Çok zaman kaybettim. Tabii, bir aile kurdum, bu benim için çok değerli; zaman kaybolmaz. Ama yeteneğimi ihmal ettim. Bu kimi zaman üzüntü verici ama kimi zaman da eğlenceli geliyor bana. Şimdi biraz tanındığım için, birçok insan, geçmişte yaptığım çılgınca, anlamsız işlere anlam yükleyerek, saygıyla bakıyor. Bu güzel bir his veriyor bana. Hiçbir hayat kayıp bir hayat değildir bence. Seçtiğimiz her yolun bir anlamı vardır.

Sismanoglio’da yan yana iki şehir
Yunanistan İstanbul Başkonsolosluğu tarafından, Iris Kritikou’nun küratörlüğünde düzenlenen ve 22 Mart’ta İstiklal Caddesi üzerindeki Sismanoglio Megaro’da açılan ‘Atina-İstanbul’ başlıklı sergi, 15 Nisan’a kadar, haftaiçi 15.00-20.00 arası ziyaret edilebilecek. Pittas’ın çoğu 80’li yıllarda olmak üzere, bu iki şehirde çektiği seksen fotoğraf yer alıyor. İki şehrin sakinlerini ve günlük hayatını yansıtan kareler, otuz yıl içinde bu şehirlerde yaşanan değişimi de ortaya koyuyor. Pittas, sergi hakkında şunları söylüyor:
“Böyle bir sergi açma fikri geçen yıl, Sismanoglio binasındaki salonları gördüğümde doğdu. Bu iki güzel salonun birine İstanbul’da, diğerine Atina’da çektiğim kareleri koyup, aralarında bir iletişim oluşturmak istedim. Bu sayede iki şehir arasındaki benzerlikleri görebiliyorsunuz. İki şehrin sakinleri birbirinden farklı değil. İstanbul otuz yıl önce daha açık, daha renkli bir yerdi. Bugün hem Yunanistan’da, hem de Türkiye’de büyük birer milliyetçilik dalgası var. Belki Yunanlar kendilerini Türklerden, Türkler de kendilerini Yunanlardan üstün görüyorlar, fakat bunun fotoğrafla hiçbir ilgisi yok. Fotoğraf kimin daha özel, kimin biricik olduğuyla ilgilenmez; milliyetçi fanatizmden uzaktır. Tam tersine, insanların ortak paydasına, insanlığın kaderine odaklanır. Serginin Atina bölümünde, herhangi bir fotoğrafta gördüğünüz bir yüz size bir Türk’e aitmiş gibi gelebilir. Fotoğraf her zaman, sınırların, etnik kimliklerin ve milliyetçiliğin ötesini görmeye dönük bir hümanizm dersidir.” 

 (FOTO: Constantin Pittas, Atina)



Kategoriler

Kültür Sanat Güncel


Yazar Hakkında