Saldırıdan bir ay sonra Yeni Zelanda: Faşizm hayaleti kılık değiştirdi

James Robins ödüllü bir gazeteci ve tarihçi. "The Great Crime (Büyük Suç)" podcast serisinin sunucusu. 1915 dönemi ve bunun Avustralya-Yeni Zelanda'daki yansımalarına/bağlantılarına dair çalışmalarıyla biliniyor. Yeni Zelanda'da iki camiye yapılan saldırıdan sonraki atmosferi ve siyasal durumu Agos için kaleme aldı.

Nisan ayının başında, tam da Yeni Zelanda parlamentosunun yarı otomatik silahları ezici oy çoğunluğuyla yasakladığı gün, Christchurch  kentindeki  Masjid Al Noor Camii’nin önünde, Trump tişörtü giymiş bir adam, Müslümanlara bağırarak küfür ve hakaret ederek, caminin giriş kısmında yüksek bir yığın oluşturan anma objelerinin kutsiyetini bozmaya çalıştı. Görevleri bu ibadet mekânını korumak olan silahlı iki polis memuru, olaya seyirci kaldı. Bir polis, orada bulunan halktan birinin karşı çıkması üzerine “Burası Yeni Zelanda, isteyen istediğini söyleyebilir” dedi.

Faşist olduğunu bizzat kendisi söyleyen bir adamın, kentteki iki camide yarattığı vahşetin üzerinden bir ay geçti. 2011 yılında Anders Behring Breivik’in Norveç’te işlediği cinayetlerden beri, belki de en sert sağcı terör saldırısıydı bu. Şimdi, 50 kişiyi öldürme ve 39 kişiyi öldürmeye teşebbüs etmekle suçlanan katil zanlısının, mahkemeye çıkarılmadan önce akıl sağlığı değerlendirmelerinden geçirilmesi gerekiyor .
15 Mart’ta daha önce benzeri görülmemiş, tek kişi tarafından yapılan korkunç katliama dair ilk tepkiler şok, acı ve dayanılmaz bir keder oldu. Yeni Zelanda halkı, ülkenin küçük Müslüman cemaatiyle dayanışma duygularını ifade etmek üzere, ender rastlanan bir beraberlik göstererek, ciddiyet içinde, parklarda ve meydanlarda toplandı. Mitingler, gösteriler, toplantılar iki hafta sürdü. Camileri korumak için, her yerde insan zincirleri oluşturuldu. Bütün büyük siyasi partilerden, çok kısa süre içinde, net kınama açıklamaları geldi. Yeni Zelandalılar arasında, çoğunun daha önce bir kez bile kullanmadığı, İslam’a özgü selamlama sözü ‘es-selamu aleyküm’ yaygınlaştı.  

Ardern’in tutumu
Bu birlik ve duygudaşlık ifadelerinde başı çeken, İşçi Partisi’nin lideri, Başbakan Jacinda Ardern oldu. başörtüsü takıp kurbanların ailelerinin acılarını paylaşırken de, saldırıdan bir hafta sonra Christchurch’te bir ulusal anma gününde ağır bir konuşma yaparken de en ufak bir tereddüt göstermeyen Ardern, 19 Mart’ta parlamentoda yaptığı konuşmada “Hayatların kaybedenlerin adlarını anın, o hayatlarını alan adamınkinin değil. O şöhret peşinde olabilir ama bizler burada,Yeni Zelanda’da ona hiçbir şey vermeyeceğiz, adını bile” dedi. 
Birçok siyasi lider Christchurch’teki teröriste ilham veren faşist güçleri teşvik eder ya da bu vahşeti utanmazca kendi çıkarları için kullanırken, Ardern’in bu kriz ânında sergilediği samimi ve insancıl liderlik, haklı olarak, dünyaya örnek olması gereken bir tutum olarak değerlendirildi. Fakat şimdi, ortalık yatışmaya, gözyaşları azalmaya başlayınca, siyasetçilerin de, halkın da, yükselen faşist şiddete gerekli dikkati göstermediği açıkça ortaya çıktı. Bu şiddetin etkisi ve sebep olabileceği yıkım hafife alınıyor. Hem sağ, hem de sol radikal siyaset bu ülkeye yabancı.

Kapının önündeki faşisti görememek
Terörist, ‘manifesto’sunda saldırıyı üç aydır planladığını iddia etse de, bu kişinin adı ne Avustralya, ne Yeni Zelanda’nın güvenlik birimlerinin izleme listesinde yer alıyordu. Türkiye ve Avrupa’da uzun seyahatlere çıkmış ve aşırı sağcı siyasi gruplara bağışlar yapmış olmasına rağmen, oralardaki istihbarat servislerinin de dikkatini çekmemişti. Yeni Zelanda’nın güvenlik birimleri çok uzun süredir yalnızca ‘İslamcı’ ve ‘cihatçı’ teröre odaklanıyor. Başka bir deyişle, Christchurch’teki gibi Müslüman cemaatleri gözetlemekle o kadar meşguldüler ki, kapılarının önünde dikilen faşisti görmediler.
Olayın üzerinden geçen bir ay içinde şu da net bir şekilde anlaşıldı ki, birlik ve acıyı paylaşmak için düzenlenen, çok geniş katılımlı ve güçlü gösteriler Müslüman topluluğa güç ve umut vermeyi başardı ama faşistleri ve sempatizanlarını korkutamadı. Rahatsız edici bir şekilde, korkup sinmiyor, içlerinden birinin bu kadar büyük bir ‘başarı’ göstermesinden gurur duyuyor, kendilerini bu saldırıyla yeniden canlanmış ve güçlenmiş hissediyorlar.

Faşistler sinmedi
15 Mart’tan sadece üç gün sonra, gamalı haç resimli bir atlet giymiş bir adam, Müslümanlara ait bir merkezin önünde dikildi. Polis bu kişi hakkında herhangi bir suç isnadında bulunmadı. Auckland Üniversitesi’nin kampüsünde İslam karşıtı ve antisemit afişler yeniden peyda oldu. Auckland’ın bazı semtlerinde, beyaz ırkın üstün olduğunu savunan broşürler dağıtıldı. Christchurch kentinin en büyük spor kulübünün adının ‘Crusaders’ [Haçlılar] olmasında hiçbir sorun olmadığının vurgulandığı bir dilekçeye, 25 binden fazla insan imza verdi. Emekli askerler, Anzak Günü törenlerinde ezan sesi duyulursa boykota gitme tehdidinde bulundular. Ülkenin çeşitli yerlerinde aşırı sağcılar için  ‘güvenli alan’ olan silah kulüpleri ve atış poligonları, daha yakından incelenmeye başladı. Sonra da, parlamentodan, yarı otomatik silahlara dair yasağın geçmesinden sadece birkaç saat önce, Trump tişörtlü adamın, nöbetçi polisten bir sert kelime bile işitmeden, suç mahallinden yürüyerek uzaklaşmasına izin verildi (fakat sonradan ‘başkalarının huzurunu bozan davranışta bulunmak’la suçlandı).
Yeni Zelanda basını da saldırganın ideolojisine bir anlam vermek ya da bu ideolojiyi tanımlamak için doğru terminolojiyi kullanmaya çalışıyor. Onu ‘terörist’ ya da ‘avcı’ (ateş açan kişi), bazen de ‘beyaz üstünlükçü’ olarak nitelendiriyorlar. Fakat bunlar yanlış. En uygun kelime, katilin de kendini tanımlarken kullandığı ‘faşist’. Faşist hareketin istediğinin, medyadan daha fazla ilgi görmek ve söylemi değiştirme fırsatı bulmak olduğunu anlayamayan bazı medya organları, ülkenin en ünlü faşist örgütçülerinden biriyle (Kyle Chapman adında bir adam) cahilane söyleşiler yaptı. 
Faşizmin hayaleti kılık değiştirdi. Charlottesville’deki meşaleli mitingler bu açıdan istisnaydı. Bu insanlar artık üniforma giymiyor, örgütlenmek için ‘öncü parti’ modelini kullanmıyor, amaçlarının ne olduğunu kamusal olarak, açıkça söylemiyorlar. Çevrimiçi mecraya –deyim yerindeyse–  göç ettiler; kalın ironi katmanlarının arkasına gizleniyorlar. 4chan ve 8chan gibi, internetin lağım çukurları niteliğindeki mecralarda örgütleniyor, insan topluyor, beyin yıkıyorlar. Sırtarını 1930’lardaki, 1950’lerdeki gibi sokak şiddetine değil, Christchurch’te, Pitssburgh’da,  Utøya’da olduğu gibi, münferit, silahlı ‘yalnız kurt’ saldırılarına yaslıyorlar. 
Christchurch’teki vahşetin, bir kuşağın ancak bir kez karşılaşabileceği türden bir olay olduğuna; bu tür bir dehşetle bir daha karşı karşıya kalmayacağımıza; protestolarımız ve dayanışma mitinglerimizin faşizme karşı duruşumuzu yeterince güçlü bir şekilde simgelediğine inanmak istiyoruz. Fakat bu iğrenç ideolojinin alt edilebilmesi için, olayın ardından oluşan, boyun eğmeyen ruhu yüreklerimizde canlı tutmamız gerekiyor. Ne kadar sürecek olursa olsun. 

Kategoriler

Güncel