‘Dijital platformlar sinema estetiğini değiştiriyor’

Emre Yeksan’ın yazıp yönettiği ‘Yuva’, 10 Mayıs’ta vizyona girdi. Yeksan ile film vesilesiyle söyleştik.

Emre Yeksan’ın yazıp yönettiği, dünya prömiyerini 75. Venedik Film Festivali’nin Biennale College - Cinema Bölümü’nde yapan ‘Yuva’, 10 Mayıs’ta vizyona girdi. Ormanda münzevi bir hayat yaşamayı seçmiş bir adamın hikâyesinin anlatıldığı filmin yapımcılığını İstos Film’den Anna Maria Aslanoğlu üstleniyor.

Yeksan’ın, ‘Körfez’den sonraki ikinci uzun metrajlı filmi olan ‘Yuva’, bu yıl 38.’si yapılan Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde ödüller aldı. Yönetmen Emre Yeksan, Onat Kutlar anısına verilen Jüri Özel Ödülü’nün, filmin başrol oyuncusu Kutay Sandıkçı En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nün, Jakub Giza ise En İyi Görüntü Yönetmeni Ödülü’nün sahibi oldu. Filmin Mustafa Avcı imzalı müzikleri de, 30. Ankara Uluslararası Film Festivali’nde En İyi Özgün Müzik Ödülü’ne layık görüldü.

Yönetmen Emre Yeksan’la film vesilesiyle söyleştik.

Film dünya prömiyerini Venedik Film Festivali’nde yaptı, ardından İstanbul ve Ankara film festivallerinde gösterildi ve ödüller aldı. Oradan başlayalım...

Filmin dünya prömiyeri, Türkiye gösterimleri ve piyasaya çıkışı, aslında doğru bir zamanda oldu. ‘Körfez’ biraz daha hızlı gösterime girmişti. Onda bir mecburiyet söz konusuydu. Kültür Bakanlığı’nın desteği olduğu için bize dayattıkları bir tarih vardı, o tarihte vizyona girmek zorundaydık. ‘Yuva’da biraz daha rahattık. Festivaller, bizim filmlerimiz için her zaman önemli. Filmlerin festival turlarını bitirdikten sonra vizyona girmesini istiyoruz. O yüzden ‘Yuva’, doğal seyrinde izleyiciyle buluştu diyebiliriz.

Filmin ödüller alması sevindirici tabii. Taltif edilmiş olmak güzel ama bir taraftan da, daha geniş bir çerçevede, ödül meselesi benim kafamda hep bir soru işareti uyandırıyor. Ödüller, filmlere çok fazla değer biçiyor. Filmleri yarıştırmanın verdiği ufak bir rahatsızlık oluyor bende. O anlamda hep ikircikli kalıyorum. Bir yandan seviniyorum, çünkü birileri filmi gördü, onayladı, beğendi ve o filmin arkasında duruyor, diğer yandan da bu ödül sistemi sinemada neye yol açıyor diye düşünüyorum.

‘Körfez’de olduğu gibi ‘Yuva’da da hikâyenin merkezinde yalnız bir erkek karakter yer alıyor. İki filmde de az oyuncu var. Bu tercihinizin nedeni nedir?

‘Körfez’de aslında çok karakter var, hatta Türkiye standartlarında epey kalabalık bir kadroya sahipti. Hem diyaloglu oyuncu sayısı çok fazlaydı, hem de yardımcı oyuncu veya figürasyon dediğimiz kalabalıklar vardı. ‘Yuva’da tam tersi bir durum söz konusu ama evet, ikisinde de ana karakterlerin yalnızlığında bir örtüşme var. ‘Yuva’da ormanda, içinde bulunduğu ânı yaşayan, o ânı gerçekten hisseden, öncesini ve sonrasını çok fazla taşımayan bir karakter kurmaya çalıştım. Bu durum ister istemez o karakteri yalnızlığa mahkûm ediyor. 

Filmi izlerken çok soru işareti oluştu kafamda. Diyaloglar bir sürü açık kapı bırakıyor...

Evet, hikâyeleri bu şekilde ele almayı tercih ediyorum; boşluklar bırakan, belki odaklandığı şeyin ötesinde çok fazla tali alanlar açmayan hikâyeleri seviyorum. Ayrıca, klasik dramaturji sinema için kurgusal birçok nedensellik bağı kurar. Bir şekilde, hep anlamaya dayalıdır. Dolayısıyla bir şeyin neden olduğunu hep anlarız. “Bu yüzden buraya geldi”, “O yüzden başına bunlar geldi”, “Onun sonucunda bu oldu” gibi... Ben bunların biraz yanıltıcı bir bakış doğurduğunu, hem yönlendirici, kolaylaştırıcı, hem de indirgeyici bir tarafı olduğu kanaatindeyim. Gerçeklik dediğimiz şeyin kavranması biraz daha zor, ne zaman tutmaya çalışsak aslında elimizden kaçan bir şey olduğunu düşünüyorum. 

‘Körfez’in ana karakteri İzmir’e, ‘Yuva’nın ana karakteri ise doğaya adapte olmaya çalışıyor. Bir söyleşide, ‘Yuva’nın yazım sürecinin ‘Körfez’le aynı zamana denk geldiğini söylemiştiniz. ‘Körfez’in ‘Yuva’ üzerinde bir etkisi oldu mu?

Kesinlikle olmuştur. Her ne kadar ikisi paralel ilerlese de, yapacağımız ilk film ‘Körfez’ olduğu için ister istemez hem aklımın, hem zamanımın büyük kısmını ona ayırmıştım. Dolayısıyla ‘Körfez’, uzunca bir süre baskın olan işti. ‘Körfez’ üzerine düşünürken, o hikâyeye dair bulduğum fikirlerin ‘Yuva’ya da sızması, ona bir şekilde dahil olması kaçınılmaz. Doğrudan, “Şunu Körfez için düşünmüştüm ama ‘Yuva’da gerçekleştirdim” gibi net bir şey gelmiyor aklıma ama mutlaka o yazım sürecinde bir etkilenme olmuştur. Bence tersi de var ama. Mesela ‘Körfez’de orman sesleri vardı; Selim kaplumbağa görür, orman sesi duyulur, kereste dükkânındaki işçiler keresteleri dinlerken orman sesi duyulur... Bunlar muhtemelen ‘Yuva’ üzerine çalıştıkça ‘Körfez’e dahil oldu. İki film de birbirini etkiledi herhalde. 

‘Yuva’nın paralelinde yürüttüğünüz ve şu anda sürdürdüğünüz bir film çalışması var mı?

Hayır, bir kesinti oldu diyebilirim. Aslında her iki filmden de önce yazdığım bir proje var, ama onu yine ileri bir tarihe erteleyeceğiz sanırım. Prodüksiyonu büyük, çekimi çok kolay olmayan bir proje, o yüzden onun imkânlarını sağlamak henüz mümkün değil.

Gerek sinema dağıtımının tekelleşmesi, gerek dijital platformların izleyiciler için daha ulaşılabilir olması, sinema filmlerinin vizyonda kalma sürelerini de olumsuz etkiliyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bunlar, üzerine düşündüğümüz konular. Dijital platformlar da sinemacıları belli açılardan olumlu, belli açılardan olumsuz şekilde etkiliyor. Dijital platformların sektörde artık iyice hâkim olmasının getirdiği bir estetik yönelim de mevcut. Televizyon 1940’larda nasıl sinemanın estetik anlayışını değiştirdiyse, şimdi dijital platformlar da benzer bir değişim yaratıyor. Biraz iddialı olacak belki ama, filmleri sinema salonunda izleme deneyiminin ortadan kalkmaya doğru gittiğini düşünüyorum. Bunun estetik sonuçları ne olacak, onu sorguluyorum.

‘Yuva’yı önce internet üzerinden, sonra sinema salonunda izleyen arkadaşlarım, filmi salonda izlemenin çok farklı bir etki yarattığını söylüyorlar. Filmin hakkını ancak projeksiyonun verdiğini söylüyorlar. Hatta evde izlediğinde çok beğenmeyen bir arkadaşım, salonda izledikten sonra “Filmin hakkını verememişim” dedi. Dolayısıyla, belli sinema biçimleri için salon hâlâ popüler olabilir ama ticari olan sinema, tam tersine, çok hızlı bir biçimde evde tüketilen bir şeye dönüşebilir.

Bu sene şu âna kadar Türkiye’de sinemaya gidiş oranında, tabii ekonomik krizin de etkisiyle, %30 civarında bir düşüş var. Yıl içinde bu oran biraz dengelenebilir belki ama, mesela bu haftasonu sinema salonlarındaki toplam izleyici sayısı 250 bin kadardı. Normalde bu sayı 1,5 milyon civarında olmalı. Ticari filmler çok ciddi bir tehlikeyle karşı karşıya, salonlar boş. Bunda Netflix’in, BluTV’nin de büyük etkisi var ama Türkiye özelinde salonların boş olmasında, şu an için krizin daha önemli bir rol oynadığını düşünüyorum. Bir sene içinde bu kadar keskin bir düşüş yaşanmasını, insanların finansal zorluklarla karşılaştıklarında ilk olarak kültür tüketiminden kesinti yapmalarına bağlıyorum. 

Öte yandan Netflix, Cannes Film Festivali’nde yer almaya başladı...

O da enteresan. Ben ‘Roma’yı Venedik Film Festivali’nde, çok güzel bir projeksiyonda izledim. Filme dair eleştirilerim baki olmakla birlikte çok etkilenmiştim. Uzun zamandır, zanaat anlamında bu kadar iyi bir film izlemediğim hissini vermişti bana. Televizyonda izlemeyi kesinlikle istemezdim mesela. Öte yandan, bir başka sevdiğim Netflix filmi olan ‘Private Life’ı, evde izlemekle sinemada izlemek arasında estetik olarak çok bir fark olmayacaktır.

Bu gibi platformların filmleri erişilebilir hale getirmesi, sinema salonu olmayan alanlarda filmleri izlenebilir kılması çok önemli. Mesela ‘Körfez’, BluTV’yle çok ciddi bir izlenme oranına ulaştı. Filmi götüremediğimiz, salonlarda izletemediğimiz yerler olduğu için, bu çok büyük bir avantaj.

Kategoriler

Kültür Sanat Sinema



Yazar Hakkında

1990 İstanbul doğumlu. Kültür sanat, müzik, insan hakları ve güncel politika haberleri yapıyor.