Ben burada çok ağladım abi!

ERCAN KESAL

Akşam olmak üzereydi. İki gündür yağan kar iyice hızlanmış, hastanenin önündeki küçük yokuşu tırmanan araçların çıkardığı patinaj sesleri giderek artmaya başlamıştı. Bu saatler trafiğin yoğunlaştığı ve bir yerlere gitmenin iyice zorlaştığı saatlerdir. 

‘’Ne kadar erken çıkarsam o kadar iyi,’’ diye düşündüm. Epey önce planlanan bir söyleşi ve imza günü için uzak bir şehre gidecektim.

Hızla uğrayıp çıkacağımı düşündüğüm hastanedeki odamdan bir türlü ayrılamıyor, kapının önünden yolun karşısına uzanan kısa mesafeyi bitmeyen şikayet ve imzalanacak evraklarla dolduran muhasebecimden kurtulmaya çalışıyordum. Sürüklenir gibi attım kendimi eski spor kompleksinin önündeki zırhlı polis araçlarının yanına. Kaç yıldır burada, artık mahallenin alametifarikası gibi duran akrep ve zırhlı araçların yanında dikildim bir süre. 

‘’Keşke duraktan çağırsaydım…’’ diye hayıflanırken boş bir taksi ışıklardan hemen sonra hafif sağa yanaşarak yavaşladı ve önümde durdu. Küçük çantamı arkaya attım ve ön kapıyı açarak şöforün yanına oturdum. 

‘’Havaalanına kardeş!’’ 

Şoför otuzlu yaşlarda esmer, ince yüzlü bir delikanlı. Örnektepe sapağını geçip Halıcıoğlu istikametinden otobana doğru hızlandık hemen. Delikanlı sessiz ve kıpırtısız bir bakışla arabayı kullanıyor, giderek tehlikeli hale gelmiş inişli çıkışlı yollarda önüne çıkan beklenmedik tehlikeleri küçük hareketlerle yumuşakça atlatıyordu. Bir ara viyadük tarzı bir yerden geçiyorduk. Genç şoför yavaşladı önce, sonra eliyle köprünün üzerinde bir yeri işaret ederek ve sanki biraz önce konuştuğumuz bir mevzuya kaldığı yerden devam ediyormuş gibi:

‘’Ben burada çok ağladım abi,’’ dedi. ‘’Aha burada!’’

Gösterdiği yere mi yoksa ona mı bakayım bir an şaşırdım. 

Altımızdaki otobanın üzerindeki yüzlerce araba, karanlığın içinde pırıldayan huzmeleriyle ağır ağır akıyorlardı. Bir an durduk sanki ve sonra yeniden hareket ettik. 

Aynı sakinlikle sordum ben de:

‘’Niye ağlıyordun?’’

Hafifçe gülümsedi. 

‘’Evden kaçar buraya gelirdim. Aşağıdan giden 44 plakalı araçlara bakardım. Her geçen 44 plakalı arabada tutamaz kendimi ağlardım.’’

‘’Malatyalı mısın sen?’’

Kafasını salladı hafifçe.

‘’Pötürge.’’

Geceyarısı ıssız ve uzak bir dağ köyünde evine gelen tanrı misafiri yolcusuna sobanın yanında yer açıp eski hikâyelerden, kurtlardan, eşkıyalardan bahseden görmüş geçirmiş bir ev sahibi edasıyla devam etti sonra:

‘’Köyde doğdum ben. Üç kardeştik. İki oğlan, bir de kız. Ben ortancayım. En küçüğümüz kız kardeşim. İstanbul’a taşındığımızda o daha üç yaşındaydı. Ben de işte sekiz-dokuz. Babam çiftçiydi rahmetli. Bağımız, bahçemiz vardı şükürler olsun. 

‘’Niye geldiniz o zaman İstanbul’a?’’ dedim.

Sakince ve içinde hiçbir sitemin olmadığına yemin edebileceğim bir ses tonuyla cevapladı:

‘’Köyümüzü yaktılar abi!’’

‘’Kim yaktı?’’

‘’Kim olabilir abi?’’

Aynı sakinlikle devam etti sonra:

‘’Bir öğle vaktiydi. Tüm köylüleri evlerinden dışarı çıkardılar. ‘Herkes alabileceği eşyasını alsın ve köyden ayrılsın!’ dediler. Babam rahmetli bi at arabası getirdi.  Ne yükleyebildiysek koyduk arabaya. Koyunlarımız vardı epeyce. Onları da bağladık arkasına. Anam, babam, üç de kardeş yayan yapıldak düştük yola. Evimizi öylece bıraktık. Bir tek biz değil elbet, bütün köy aynı şekilde. İte kaka sürüldük köyden. Herkes ayrıldıktan 5-10 dakika sonra da tüm köyü yaktılar. Bir tek cami hariç. Bir o kaldı. Bir cami hariç…

Bahçemiz vardı. Kayısılarımız vardı. Babam ağaçlara, meyveye meraklıydı. Hepsi kaldı orada.’’

Sustu… Bir sigara arandı, vazgeçti sonra.

‘’Önce Malatya’ya gittik. Bir otelde kaldık. Babam malları sattı. Onun parasıyla da buraya geldik. İstanbul’a. Örnektepe’de, ormanın kenarında bir gecekondu kiraladı babam, oraya yerleştik. Senelerce orada oturduk. 

Böyle işte… Ben evden kaçar kaçar buraya gelirdim. Aşağıdan geçen arabalara bakardım. Niye bilmiyorum, ne zaman 44 plakalı araba geçse başlardım ağlamaya. Bu köprüde çok ağladım abi. Hayatımda en çok burda ağladım ben.’’

Hiç konuşmadan gittik bir süre. Kar hafiflemiş, hatta durmuştu. Silecekler aracın ön camında ince bir sesle çalışmaya devam ediyor, artık arabayı otuzlu yaşlarında esmer bir delikanlı değil de, ellerini korkuluklara dayayıp aşağıya bakarak ağlayan saz benizli cılız bir çocuk kullanıyordu.

Yeryüzünün ortasında aynı kaderi ve kederi paylaştığım bir yol arkadaşıma bakar gibi baktım genç şoförün yüzüne. 

Acının görünmeyen ama hiç silinmeyen izini aradım ince esmer çizgilerinde. Bitmeyen ve hiç bitmeyecek kederinin izini… 

Selahattin Demirtaş, İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Devran’daki hikâyelerinde uzak dağ köylerini, geceyarısı gelen beklenmedik misafirleri, eski tren istasyonlarını, şehri, şehrin oratsındaki AVM’leri, onların “cafcaflı, tiril tiril şatafatının’’ arkasına saklanan karanlığı, kuytuları, mevsimlik işçileri, fiziğin ve hayatın kanunlarını, tavşan uykularını, yoksul anne babaların hüznünü, kenar köşeyi, tırnağımızın arasına bir kıymık gibi batarak ama içimizi nasıl da yakarak öylece geçip giden ömürleri, insanın bitmeyen neşesini ve elbette umudun hikâyesini anlatmış.

Demirtaş, “Ben burada çok ağladım…’’ diyen çocukların yüzü suyu hürmetine, onların kederi için ve hiç tükenmeyen umutlarının aşkına, inançla ve sevinçle yazmış hikâyelerini.

Onlar bir daha ağlamasınlar diye, onların yerine de ağladığını iyi bildiğiniz birisinin anlattığı bir masalı dinler gibi okuyorsunuz hikâyelerini.

İyi geliyor insana… 

Devran

Selahattin Demirtaş

İletişim Yayınları

138 sayfa.

Kategoriler

Kitap ԳԻՐՔ