Düğüm üstüne düğüm

BANU YILDIRAN GENÇ

Metis Yayınları’nın geçtiğimiz ay yayımladığı ‘Sardalyanın Gizemi’ni okumaya başladığımda ne yazar ne de roman hakkında bilgim vardı. Kitabın ilk sayfasında Agatha Christie polisiyelerinden alışkın olduğum ‘Kim kimdir?’ bölümünü görünce önce bir polisiye roman okuyacağımı düşündüm. Birkaç bölüm devam eden bu düşüncem bir süre sonra değişti çünkü aslında ‘Sardalyanın Gizemi’ polisiye tatlar taşıyan ama hiçbir türe sokamayacağımız bir roman.

Nefret makinesi…

Romanın ilk bölümünde Bernard St. Austell’i tanıyoruz. Londra’daki apartman dairesinde her şeyden nefret ederek makaleler yazan, taşradaki evinde ise şiirler yazıp her şeyi seven bir adam, duyguları gibi yazılarını da aynı netlikte ikiye bölen St. Austell’in yaratıcılığının özü aslında nefretinde yatıyor. “Londra’daki dairesinde volta atarak doğru kelimeleri ararken nefret ettiği kişiler politikacılar ve devlet memurları, finans uzmanları ve sendikacılar, Marksistler ve kapitalistler, solcular ve sağcılar, zeki yabancılar ve aptal yerliler, inananlarla inanmayanlar ve -hepsinden öte- yazarlar ve okurlardı.” Bu ikiye bölünmüş hayatının dengesi oğlunun sorduğu bir soruyla bozulana dek tıkır tıkır işleyen bir nefret makinesi... Dengesi bir kez bozulunca ise duygular karışıyor, nefret ettiği ve sevdiği yerler, kişiler farklılaşıyor. Ve ne yazık ki bu garip dönem çok kısa sürüyor, Bernard St. Austell belki de dengesi bozulduğundan bu dünyadan aniden göçüyor.

Polisiye okuduğumu düşündüğüm için bu ölümden sonra “Zehirlendi mi acaba?” gibi sorular soruyordum ki olaylar hızla ve fevkalâde şaşırtıcı bir biçimde gelişmeye devam etti. Cenaze töreninin ardından birbiriyle tanışan merhumun karısı ve sekreteri birbirlerine âşık olup her şeyi satıp savıp Mallorca’ya taşınıyor mesela, pat diye. Hemen sonra felsefe okutmanı Tim Chesterton-Brown ve şair karısı Veronica’nın şiir üstüne düşüncelerine dalıyoruz. Bu arada bir önceki bölümde Bernard St. Austell’in şiiri üzerine tez yazarken aklına şairin göz rengi takılan ve üstadın şiirlerinin otobiyografik özellikler taşıyabileceğini düşünen Bay McPherson merhumun eşi ve sekreterine bu soruyu sormaya ta Mallorca’ya gidiyor. İronik bir biçimde ikisinin de göz rengini hatırlamamalarından sonra -diğer bölümde- Londra’ya dönmüş, üstadın arkadaşı Chesterton-Brown’a sorusunu yineliyorken siyah bir köpeğin boynuna bağlanan bombanın patlaması sonucu ölüyor. Chesterton-Brown’un da iki bacağını kaybettiği bu kaza sonrası ise ben artık polisiye okumadığımın bilincine varmış bir biçimde bu bambaşka kitabı bambaşka bir gözle okumaya başladım.

Peder Brown

Stefan Themerson’un tarzını bugüne dek okuduğum yazarlar arasında en çok Flann O’Brian’a benzettiğimi söyleyebilirim. Absürt olaylar, absürt bir mizah ve birbiriyle bağlantısız bazen gerçek üstüne de göz kırpan karakterler... Polonya’da daha yirmili yaşlarında çocuk kitapları yazarak ünlenen yazar, birlikte anıldığı karısı Francizska’yla da bu yaşlarda evlenmiş. Savaş sırasında Polonya ordusuna yazılan çift bir daha ancak 1944 yılında İngiltere’de bir araya gelmiş. Ünlü çift kurdukları yayınevi, yayımladıkları kitaplar, çektikleri avangard filmlerin dışında Russell, Queneau, Alfred Jarry gibi yazarlara yakınlıklarıyla da biliniyorlar. Yazar hakkında okuduğum bir diğer bilgiyse Raymond Chandler hayranı oluşu ki ‘Sardalyanın Gizemi’nin polisiyeye benzerliği belki bu hayranlığa bağlanabilir. Yine romandaki felsefe okutmanı Tim Chesterton-Brown adı da ünlü yazar G.K. Chesterton’a ve onun dedektiflik yapan unutulmaz kahramanı Peder Brown’a gönderme olmalı. 

Olayların hepsini, karakterlerin her birini burada anmanın mümkünü yok çünkü hemen herkesi tek bir bölümde tanıyor ve geçiyoruz. Bunun istisnası tüm olaylarla bağlantılı olduğu düşünülen Leydi Cooper ama tabii ki bu bağlantıyı da öğrenemiyoruz. Aslında Themerson aynen bir polisiyede olduğu gibi düğümler ata ata ilerliyor ama polisiyede bu düğümler önünde sonunda çözülürken ‘Sardalyanın Gizemi’ düğüm üstüne düğümle gidiyor ve bir süre sonra anlıyoruz ki yazarın yapmak istediği tam da bu, düğümlerin çözülmesiyle ilgilenmiyor. Yeni karakterler, yeni olaylar yaratmak ve bu karakterleri epey uzun konuşturmak asıl sevdikleri. Hemen her karakter ortaya çıktığı bölümde kendi yaşam felsefesini ortaya koyuyor, karakterler arası bol bol felsefi muhabbetten de bahsedebiliriz ki bunun da en absürtlerinden biri Doktor Goldfinger’ın otel odasına gelen üniversite öğrencisi fahişeyle seks öncesi diyaloğu olabilir: “- Benim okuduğum dilbilim ne tarihsel ne de artzamanlı. Bilakis eşzamanlı. Yapısal. Ve Fransızca. Saussure’le başlayıp Roland Barthes’la bitiyor. Pan onun hakkında bir şeyler duydu mu? - Biraz. - Ne kadar? - Semantokrasinin canı cehenneme! dedi Dr. Goldfinger. - Anlamla Hâkimiyetin canı cehenneme! dedi kız kıkırdayarak. - İşaretler çok yaşasın! dedi Dr. Goldfinger. - İşaretler kendileri konuşsun! dedi kız. - Satır aralarını okumak yok! dedi Dr. Goldfinger. - Çok yaşasın Edebiyatın Cebiri! dedi kız. - Ya Chomsky? diye sordu Dr. Goldfinger. - Hayır. Kesinlikle hayır. Chomsky siyasi olaylara fazla karışıyor. Buradaki herkese göre öyle.”

‘İyi Tanrı’

Romanda birçok filozofun, fizikçinin, matematikçinin adı geçiyor ki aslında üniversitede hem fizik hem mimari okuyan hem de felsefeye, özellikle semantiğe ilgi duyan Themerson kendi yarattığı bir oyunda kendi sevdiği konularla eğleniyor gibi. Bacaklarını kaybetmiş pozitivist felsefe hocasının onu kiliseye davet edip ruh, ahlâk ve vicdan üzerine nutuk çeken rahibe söylediği insanların ölü bedenlerin kokusunu sevmemeleri yüzünden bazı kuralları olduğu fikri ve bunu uzun uzun açıklaması biz okurlarda da şaşkınlık yaratacak denli aykırı. Yine son bölümlerden birinde tanıdığımız Leydi Cooper’ın oğlu Perceval da bize fikirlerini ve kafa karışıklıklarını açıyor, düşünüyor, düşünüyor ve bölüm bitiyor. “‘İyiliğinden sual olunmayan’ Tanrı. Ama ‘iyi Tanrı’ da başka bir oksimoron değil miydi? Bütün evrende Tanrı’dan daha az iyi biri var mıydı? Tanrı organik kimyasını tam da zulüm ve adaletsizlik üzerine üzerine kurmamış mıydı? Sonra da bütün suçu bize yüklemişti...”

Tüm bu alıntılara baktığımızda karşımızdakinin oldukça karamsar tablo çizen bir yazar olduğu sanılmasın, bu felsefi düşüncelere absürt durumlar da eşlik ediyor. Bazı söz oyunları, Polonyalılar ya da İngilizler hakkında komik anektodlar tüm bu felsefi düşüncelerin, monolog ve diyalogların aslında romana hiç rahatsız etmeden, okuru sıkmadan katıldığını gösteriyor. Zaten tüm bu düşüncelerle beraber sürekli bir olaylar zinciri var, birileri birilerine âşık oluyor ya da ölüyor.

Yazarın katıldığı savaşı, ülkesinden göç etmesini, ardında bıraktığı ülkesinin yıllar boyu bocalamasını da düşününce 1980’lerde yazılmış bu romanın Polonya’yla da çok ilgili olduğunu anlayabiliyoruz. Polonyalıların kahramanlığa ve canlarını vermeye bu kadar düşkün olmaları, romantik ruhları Anna Karenina’dan uzun bir alıntıyla tescilleniyor. Ülkenin her yerini kaplayan at heykelleriyle ayrı olarak dalga geçiliyor. Ve asıl olarak komünizm ve dindarlık arasına bu kadar sıkışıp kalmış bir halk sorgulanıyor. “‘Komünistlerin nasıl öyle dindar olabileceğine aklım ermiyor,’ dedi diğer memur. ‘Eh, oluyor bir şekilde,’ dedi Leydi Cooper. ‘Evet,’ dedi ilk memur. Biraz düşündükten sonra da ekledi: ‘Belki gençler komünist yaşlılar dindardır.’ ‘Veya tam tersi,’ dedi Leydi Cooper.” 

12 yaşındaki dahi

Romanın en trajik kahramanı 12 yaşındaki dahi Ian Prentice’in sevdiği kıza yazdığı mektubun başlığı romanın Lehçe basımlarındaki adı olmuş: Öklit Budalanın Tekiydi. Matematikten çok anlamam ama bu kitabı okuyacak okurlar için bu mektubun hayatlarında okuyacakları en romantik matematiksel mektup olacağını söyleyebilirim. “Sevgili müstakbel eşim Emma’ya / O ki bilmez, bir lemma dilemmayı çözdüğünde / Artık ihtiyacımız kalmadığını lemmaya.” ithafıyla başlayan mektup Ian’ın başına gelenleri de düşününce gerçekten yürek burkuyor.

Romanın adındaki sardalyaya gelirsek bunun da Stefan Themerson’un oyunlarından biri olduğu ortaya çıkıyor. Roman boyunca Mallorca’da görünen ve hayatında ilk kez işçi sınıfından birilerini görebilmek uğruna sardalya konservesi fabrikası arayan kahverengi takım elbiseli adam, düğümün asıl kahramanı diyebilirim çünkü her sorduğunda Mallorca’da sardalya fabrikası olmadığı, bunun için Portekiz’e gitmesi gerektiği cevabını aldığı halde, yıllarca -tamı tamına yetmiş dört yıl- aynı soruyu sormaya devam ediyor. Neyse ki yazar burada biz okurlara acıyor da sardalyanın gizemini biraz da olsa çözebiliyoruz.

‘Sardalyanın Gizemi’ çok farklı bir roman. Okuması kolay gibi gözükse de aslında alt metninde birçok düşünce barındırıyor. Özde Duygu Gürkan’ın bu zor metni ustalıkla çevirdiğini de eklemem gerekir. Themerson bu kitabında geçen renkli karakterlerin bazıları hakkında daha önce de roman yazmış. General Pięść ve Kardinal Pölätüo hakkında yazılmış bu kitapları da umarım Metis Yayınları bizlerle buluşturur.

Sardalyanın Gizemi 

Stefan Themerson

Çeviri:
Özde Duygu Gürken

Metis Yayınları

225 sayfa.