VİCKEN CHETERİAN

Vicken Cheterian

‘Kuş Yuvası’ Yetimhane-Müzesi bize ne anlatıyor?

‘Kuş Yuvası’nın anlattığı o kadar çok inanılmaz hikâye var ki, burayı ziyaret etmek için harcanan çabaya değiyor. Size soykırımın ve hayatta kalışın hikâyesini anlatıyor bu mekân. İttihat ve Terakki yönetimindeki Osmanlı Devleti’nin, Birinci Dünya Savaşı’nın gölgesi altında, Ermeni vatandaşlarını tehcir etme kararı almasıyla yani Ermeni Soykırımı’nın hikâyesiyle başlıyor. Bu hikâye başka yerlerde anlatıldı ama sonuçları hakkında pek bir şey bilmiyoruz.

Bu yazın başlarında ‘Bird’s Nest [Kuş Yuvası] Yetimhane-Müzesi’ni ziyaret ettiğimden beri zihnimden çıkmayan bir siyah beyaz fotoğraf var. Muhtemelen 1920’lerde, Beyrut’un kuzeyindeki Antilyas’ın kumsalında, günümüzde Kilikya Katolikosluğu’nun merkezinin bulunduğu noktaya yakın bir yerde çekilmiş. Kumların üzerinde ayakta duran yetişkin bir adam, elinde bir kitapla, bize doğru bakıyor. Kumların üzerinde oturan yirmi kadar çocuk, önlerindeki kitaplara konsantre olmuş; içlerinden yalnızca biri, bakışlarını fotoğrafı çeken kişiye yöneltmiş. Parmak kaldıran iki çocuktan birinin yüzü görünüyor. Soluk bir gülümsemeyle kitabına bakarak, cevap vermek için müsaade bekliyor.
Sırf bu fotoğraf için Lübnan’daki Biblos’a (Cübeyl) seyahat etmeye değer. Fakat Kuş Yuvası’nın ziyaretçilerine sunduğu daha pek çok hikâye var. Bir zamanlar yetimhane olarak hizmet veren bu müze, deniz kıyısına uzanan eski Cübeyl’in ucunda, geleneksel bir Lübnan evinde bulunuyor. Binanın arkasında, Akdeniz güneşinin renk verdiği çiçeklerle dolu, güzel bir bahçesi var. Burası 2015 yılından beri müze statüsünde; resmî adı Aram Bezikyan Ermeni Soykırımı Yetimleri Müzesi. 20. yüzyılda, ilk olarak Yakın Doğu Amerikan Yardım Heyeti’nin kullandığı bu yetimhaneyi daha sonra Maria Jacobsen devralmış ve 1928’den, vefat ettiği 1960 yılına kadar yine yetimhane olarak ayakta tutmuş. 

‘Kuş Yuvası’ bize ne anlatıyor?
‘Kuş Yuvası’nın anlattığı o kadar çok inanılmaz hikâye var ki, burayı ziyaret etmek için harcanan çabaya değiyor. Size soykırımın ve hayatta kalışın hikâyesini anlatıyor bu mekân. İttihat ve Terakki yönetimindeki Osmanlı Devleti’nin, Birinci Dünya Savaşı’nın gölgesi altında, Ermeni vatandaşlarını tehcir etme kararı almasıyla yani Ermeni Soykırımı’nın hikâyesiyle başlıyor. Bu hikâye başka yerlerde anlatıldı ama sonuçları hakkında pek bir şey bilmiyoruz.
O fotoğraftaki çocuklar, mülteci ve yetim; deniz kıyısı, onların dersliği. Kaldıkları mülteci kampı muhtemelen oraya yakındı. Onlar, soykırımdan kurtulmuş çocuklar. Osmanlı Ermenilerinin imha edilmesiyle binlerce (tahminlere göre 150 bin) çocuk yetim kaldı. Ayrıca, geride kalan on binlerce çocuk Kürt aşiretleri ya da Türk aileler tarafından kaçırıldı, zorla Müslümanlaştırıldı. Bu, Birinci Dünya Savaşı’nın en büyük insani felaketiydi; insani yardım kuruluşları da en çok bu konuya eğildiler. Hayatta kalan yetimlerin önemli bir kısmı, o dönem artık Sovyet Ermenistanı olan topraklara ulaştı. Bazıları Suriye, Lübnan, Irak, Yunanistan, Fransa ve başka ülkelerdeki yetimhanelerde hayatta kaldı. 40 ila 45 bin yetim kendini Suriye’de, çoğunlukla Halep’te buldu; 30 ila 35 bin Ermeni yetim Lübnan’daki çeşitli yetimhanelere yerleştirildi.

Yetimlerin çabası
Söz konusu ülkelerdeki Ermeni toplulukları, ülkesini ve somut kültürünün büyük bölümünü (manastırlarını, okullarını, kütüphanelerini, arşivlerini) yitirmiş, yetim kalmış topluluklardı. Önemli bir kesimini Suriye’den ya da Lübnan’dan gelmiş yetimlerin oluşturduğu bu topluluklar, kelimenin gerçek anlamıyla da yetimdi. O yetimlerin bir kuşak içinde, gelişen topluluklar inşa etmeleri; yetimhanelerin yerini kiliseler, okullar, spor kulüpleri ve yayınevlerinin alması, hayret verici bir hikâyedir. Yetimler büyüyüp, ayakkabı imalatı, fotoğrafçılık, kuyumculuk, araba tamirciliği, matbaacılık gibi alanlara katkıda bulunan, başarılı birer zanaatkâr oldular. Öğretmen, yazar, işçi, gazeteci oldular.
Bugün, yeni savaşlar ve felaketler bu toplulukları bir kez daha yerlerinden ediyor. Önce Lübnan’daki uzun süreli savaş (1975-1990), ardından ABD’nin Irak’ı istila ve işgal etmesi (2003) nedeniyle Bağdat ve Musul’daki Ermeni toplulukları dağıldı; 2011’den beri Suriye’de devam eden çatışma ise, o yetim kuşağın inşa ettiği okulların daha da fazla boşalmasına neden oluyor. Soykırımdan kurtulanların kuşağının, sınırsız acı ve çilelere rağmen ne kadar çok şeyi yeniden inşa etmeyi başardığını düşündüğümde şaşırıyorum. Şimdi, o insanların torunlarının, bütün bunları terk edip, atalarının ülkesinden daha da uzaklarda, ‘yeni dünya’da güvenli ve istikrarlı bir hayat aramak zorunda kalmalarını görmek de aynı ölçüde şaşırtıcı.
Bu yetimhane-müzede, Ortadoğu’da duyulan çeşitli anlatılarda sıklıkla dışarıda bırakılan, hatta kötülenen üçüncü bir hikâye daha var. Hem Türk hem de Arap anlatılarında, Avrupalı ve Amerikalı misyonerler, ‘Doğu’nun halklarını boyunduruğu altına almak, sömürgeleştirmek, bölmek isteyen ve fitne çıkaran emperyalist sömürgeciler’ şablonuyla karşımıza çıkıyor. Süryanilerin Kürt aşiretlerince katledilmesinden, Cebel-i Lübnan’daki topluluklar arasında olup bitenlere, Ermenilerin tekrar tekrar katliama uğratılmasına kadar, 19. yüzyılda halklar arasında yaşanan tüm şiddet olaylarının sorumlusu onlar! Ortadoğu’daki egemen tarihyazımı, misyonerlerin Osmanlı toplumunda yıkıcı şiddete yol açan bölünmeye sebep olduğunu söylüyor bize. Onların Şarklıları bozup kirleten ‘oryantalistler’ olduğunu söylüyor, egemen hikâye.

Jacobsen’in hayatı
Ancak Maria Jacobsen’in hayatı, bize başka bir hikâye anlatıyor. Hemşirelik eğitimi almış, Danimarkalı bir kadın olan Jacobsen, Ermenilerin karşı karşıya olduğu durumla daha II. Abdülhamid döneminde, 1894-96’da uğradıkları katliamları duyduğunda ilgilenmeye başlamıştı. O dönem için yepyeni bir anlayışla, geleneksel Hıristiyan misyonerlik değerlerini ilerici feminist bir kararlılık ve bağımsızlıkla birleştiren İskandinav kuruluşu ‘Kadın Misyoner İşçiler’e katıldı. 1907 yılında, 25 yaşındayken Osmanlı İmparatorluğu topraklarına gitti ve 1919’a kadar Harpert’te (Harput) kalıp oradaki Amerikan hastanesinde çalıştı. Görev süresi boyunca ardı arkası gelmeyen şiddete, sonrasında da tehcir ve katliamlara tanık oldu. Tanıklıklarına dair notlarını ‘Diaries of a Danish Missionary: Harpoot, 1907-1919’ [Danimarkalı Bir Misyonerin Günlükleri: Harput 1907-1919] başlığıyla yayımladı. Bu kitap, Osmanlı Ermenilerinin yok edilmesi konusundaki en değerli anlatımlardan biridir.
Jacobsen 1922 yılında, Danimarka ve ABD’de geçirdiği birkaç yılın ardından, Ermeni yetimlerle ilgilenmek üzere Lübnan’a gider. Yakın Doğu Yardım Vakfı çalışmalarını sonlandırma kararı aldığında, o Cübeyl’deki yetimhanenin sorumluluğunu tek başına üstlenir ve yetimhaneyi ‘Kuş Yuvası’ olarak adlandırır. 1960 yılında ölene kadar, burada binlerce yetime bakar ve eğitim verir.
Maria Jacobsen’in yaşamı bize iyiliğin ve kötülüğün en uç noktalarının yer aldığı bir hikâye anlatıyor. Onu harekete geçiren nedenler ve yaptıkları, sınırsız bir insanlıkla dolu – başkaları uğruna kendini feda etmek... Jacobsen ve diğerlerinin hikâyesini karalamaya dönük resmî propaganda, kendi yaptığı kötülüklere, bir devletin kendi halkını katledişine tanık olmalarını istemiyordu. Jacobsen, kökleri Hıristiyan misyonerlik tarihine uzanan –ve günümüzde ‘insani yardım endüstrisi’ olarak bildiğimiz noktaya doğru evrilen– bir hareketin parçasıydı; fakat onun motivasyonu ve adanmışlığı, bugünün insani yardım bürokrasisinden o kadar farklıydı ki!
Kuş Yuvası’nda, müzenin üstündeki üçüncü katta, bir zamanlar Maria Jacobsen’in yaşadığı ve çalıştığı odalar görülebiliyor. Bu odalar hâlâ harabe halinde, yenilenmeyi, hatırlanmayı ve belki tekrar insani amaçlar için kullanılmayı bekliyor.