OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Önce idrak, sonra rap

Geçen hafta 6-7 Eylül’ün yıldönümü vesilesiyle acı bir sarkazm minvalinde şöyle bir tweet attım: “Arada sorarım, günü geldi gene sorayım. Ermeni’yi, Rum’u, Yahudi’yi temizlediniz. Geri kalan memlekette siz size nasılsınız, eğleniyor musunuz gençler? Allah neşenizi bozmasın.” Buna verilen kimi tepkiler ilginç bir yelpaze oluşturdu ve ‘azınlıklar’, tarih, tarihle yüzleşme konularında küçük bir Türkiye profili çıkarmaya imkân verdi diye düşünüyorum.

Bu yazıda o tepkiler üzerinden böyle bir profil denemesi yapmak istiyorum. Yazanların isimlerini vermeyeceğim ama istesem de veremezdim, çünkü hepsi anonim hesaplardan yazmış. (Yazım hatalarını olduğu gibi bıraktım.) Yalnız, onlara geçmeden şunu da belirteyim ki durumun vahametinin farkında olan, hatta kendi adına bundan utanç duyduğunu söyleyen hayli kişi de oldu.
Birinci grubun ‘temsilcisi’, kendisine Dudu diyelim, çünkü kendisi de öyle demiş, şöyle yazmış: “Bomboş laf. Bunu kime diyosun, neden diyosun, neyin neşesi, anlaşılır gibi değil.” Bu grup anlamayanlardan, bilmeyenlerden. Sahi, kime diyorum ben bu lafı? Adı geçen grupların temizlenmesinden doğrudan veya dolaylı nemalanmış, nemalananların sonraki kuşaklarından olanlara söylediğim zaten açıktır sanırım ama onların yanı sıra yaşadığı ülkeyi, onun tarihini bilmeyen, bilmek istemeyen herkese söylüyorum. Geçmiş kolektif suçlarla sonraki kuşaklar arasındaki ilişkiye aşağıda ele alacağım başka bir örnekte tekrar değineceğim. ‘Neşe’ kısmına gelince; dediğim gibi, sarkastik bir ifade kullandım ama sarkazm düz bir alaycılık değildir, acı, hayıflanma içerir. Dolayısıyla, bu ifadede neşeden evvel görülmesi gereken, acıdır. Hem kovulanların acısı, hem de kalanların içinde bulunduğu durumun acısı. ‘Muhsin Bey’ filminin son sahnesinde, Muhsin Bey senelerce hapis yattıktan sonra çıkar ve eski öğrencisi Ali Nazik’i bir pavyonun soyunma odasında, Muhsin Bey’in sevdiği kadını döverken bulur. Ustasının bakışlarından durumu anlayan Ali Nazik “Kendimi kurtarmam lazımdı” der. Muhsin Bey şöyle bir etrafına bakar: “Kurtardın mı bari?” diye sorar. İşte sarkazm bu ve benimki de o soru. 
Gelelim ikinci prototipimize: Zerre. Onun cevabı çok basit, sadece, “Kudurrrr” demiş. İçlerinde en harbisi, en arsızı. “Geçmiş zaman, bizden öncekilerin işi” demeden, zulmün tadını çıkarıyor. Anlamakla ilgili bir sorunu yok, hatta bu konuda Dudu’ya yardımcı olabilir. O halklar temizlenmeseydi, bu ülkenin şimdiki ülke olmayacağının ya bilincinde ya da bunu hissediyor ama sonuçtan memnun. Ne demişti eski savunma bakanlarından Vecdi Gönül, “Bugün eğer Ege’de Rumlar, Türkiye’nin pek çok yerinde de Ermeniler yaşamaya devam etseydi, acaba Türkiye aynı millî devlet olabilir miydi?” (Ermenilerin “pek çok yerde” yaşadığının da farkında, en azından onu gizlemiyor. Zira, biz “Ermeni mi? Ne Ermeni’si? Ermeniler burada hiç yaşamadı” diyenleri de çok duyduk.) Aynı ‘millî devlet’ olamazdı tabii de, oldu da ne oldu? Ülkenin sorunun Ermeniler, Rumlar, Yahudiler olduğu, eğer bunlardan kurtulursak her şeyin çok güzel olacağı söyleniyordu. Kurtulduk, hatta ‘Kurtuluş’un adını semtlere verdik. Ne oldu, çok güzel oldu mu? 
Laf üçüncü prototipimize geçmeye uygun bir yere geldi. Kendisinin kod ismi Şüko. Şöyle diyor Şüko: “Keşke olsalardı ama Türk’ün canına kast edeni kovduk diye üzülecek de değiliz. Bir şekilde geçinip gidiyoruz. Azınlıklar azınlık olarak güzeller hem (6-7 Eylül’den bağımsız).” Şüko içlerinde kendini en zeki sanan, ortaokul tarih ezberini hakkıyla yapmış olan. ‘Zerre’ kadar olmasa da harbi, hem de espritüel; zira diyor ki, azınlık dediğin, adı üstünde, az olur, böylesi daha güzel! Öyle ‘azınlık azmanı’ olmanın ne gereği var? Uzadıkça budarsın! İşte onlar da bir ‘renk’, tablonun ucuna, kenarına serpiştirmeye yarar ki bakana canlı, renkli görünsün. Gerçi Şüko da sanırım ülkenin geldiği yerden çok da memnun değil ki durumu “geçinip gidiyoruz” diye tanımlamış. Demokrasi, özgürlük, hukuk olmasa da yaşıyoruz işte! Ayrıca hakkını yemeyelim, Şüko aynı zamanda alicenap. Ermeni, Rum ve Yahudiler için “Keşke olsalardı” diyor ve tam anlamadım ama sanırım 6-7 Eylül kurbanlarını da ayırıyor. Varol yüce gönüllü Şüko!  
Gelelim prototipler içinde en naifine ya da öyle görünene: Ay Hanım. O da “Memlekette dert yokmuş gibi kendi işlemediğim üstelik ailemin de işlemediği hatta aktif olarak karşı çıktığı suçların da müsebbibi olabiliyorum bir anda.” Ay Hanım çok katı veya radikal bir reddediş göstermiyor veya zulmün tadını çıkarmıyor ama düz mantık kullanıyor. Kitlesel insanlık suçlarının sorumluluğunun sadece doğrudan fail olmakla sınırlı olduğunu düşünüyor. Kolektif/kuşaklararası sorumluluk, kolektif hafıza konularında, örneğin Holokost’un Almanya’da hafızaya geri çağrılmasında sonraki 68 kuşağının rolü hakkında bilgilenmeye ihtiyacı var. Daha vahimi, Ay Hanım’a göre, bir zamanlar nüfusun beşte birini oluşturan, bu hesapla şu anda 17 milyon civarında olmaları beklenen halkların temizlenmiş olmasının ve yokluğunun, diğer dertlerimizin yanında lafı olmaz. Şu anda içinde bulunduğumuz ‘daha önemli’ dertlerimizle bu yokluğun ve bu yokluğun oluşturulma biçiminin de bir ilgisini göremiyor. İşin ilginç yanı, ifadesinin ilk kısmı aslında kendisini ‘ele veriyor’. Şöyle ki, kendinde “işlemediği” bir suçla ilgili herhangi bir sorumluluk veya ona düşen bir görev görmüyor. Halbuki bu suçu küçümsememek, idrak etmek gibi bir sorumluluğu var, herkes gibi. Onu yapmayınca da işte “müsebbip” oluyor.
Uzun lafın kısası, ilk önce, bu ülkenin adı geçen grupların yok edilmesi ve mallarının yağmalanması üzerine kurulduğunu idrak etmek gerekiyor. Sonra muhalefetinizi ister rap yaparak dile getirin, ister tango.