Orhan Kemal'in kaleminden Ermeni mallarının yağmasıyla zenginleşenler

Mehmet Raşit Öğütçü ya da bilinen adıyla Orhan Kemal, 15 Eylül 1914’te Adana’nın Ceyhan ilçesinde doğdu. Ünlü yazarın eserlerinde Ermeni Soykırımı da gündemdeydi. Daha doğrusu soykırım sonrası Ermeni mülklerinin paylaşımı ve bunların devlet tarafından bölgedeki ağalara karşı “Damokles’in Kılıcı” gibi kullanılışı…

Orhan Kemal’in eserlerinde Ermeni Soykırımı’nın ekonomik boyutu sıklıkla konu edilmekte. Özellikle de Çukurova’daki “hızla zenginleşme” hikayeleri… Bu eserlerin başını Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet Türkiye’sine Adana’yı, Adanalıları anlatan 1963 tarihli “Kanlı Topraklar” romanı çekiyor. Ancak sadece kendi ifadesiyle “Müslüman Türklerin” yaşadıkları üzerinden… 

“Kanlı Topraklar”, Osmanlı döneminin Adana’sını ilk olarak Kantarcı Mustafa’nın ağzından aktarmakta. Kantarcı Mustafa kitabın kahramanlarından biridir. 1934 yılında Adana’da bir Çırçır fabrikasında geçen roman Topal Nuri, onun hırsızlığa teşvik ettiği  Kantarcı Mustafa ve fabrikanın sahibi Nedim Ağa etrafında geçer. Kantarcı Mustafa şöyle anlatır:

“O zamanlar böyle değil, ticaretin hızlı zamanı. Tüccarlık gavurların elinde. Herhalde bileceksin, bu Nedim Ağa'nın fabrikası da dahil, bütün fabrikalar Rumların, Ermenilerin, Almanların. Tüccarlıkta gavurlar işin piri.”

Yazar, I. Dünya Savaşı ve Ermeni Soykırımı ile değişen Adana’yı ve Osmanlı’yı ise “ne anasını, ne de babasını” hatırlayan Topal Nuri üzerinden tanıtmakta, 1914’te henüz 14 yaşındayken bir başına kalmış bir çocukla: 

“1914 Birinci Dünya Savaşı. On dört yaşında, kara kuru, ama gözlerinden zeki taşan bir delikanlı. Göç ettirilerek boşalmış Ermeni dükkan tezgahlarına üşüşen Osmanlılar da Ermeni, Rumlar kadar dost ya da düşman. Onca insan var, insanlar vardı. Çıkarını sağlayanlar ister camiye gitsinlerdi, ister kilise ya da havraya. İsimleri ister Ahmet, Mehmet, Ali olsun, ister Bogos, Vartan, Alfred, Haçopulo.”

Topal Nuri’nin gözünde kırılma noktalarından biri, Adana tarihi için de önemli tarihlerden biri olacaktı. Fransızların 1918’de bölgeye girişi… 

“Almanlarla birlikte yenilmişiz. Fransız, Adana'yla birlikte Antep'e, Maraş'a girmiş. Yerlilerin "Kaçkaç" dedikleri, Fransız'dan atlar, eşekler, arabalarla kaçışlarına bomboş gözlerle baktı o. Ermeni yanında Dikran oldu, Rum yanında Dimitri. Yenice yolu üzerindeki bir yapıya doldurulup gazyağı dökülerek yakıldıklarını haber aldığı Müslüman Türklere ağlayıp acımak öyle dursun, omuz silkip geçti. Eee, ne olmuştu yakılmışlarsa? Kim kaçın demişti onlara? Cezalarını bulmuşlardı?”

"Ahmet'ler Mehmet'ler ayak, Kirkor'lar, Boğos'lar baş olunca"

“Kaçkaç”ın nedenindeyse söz yine Kantarcı Mustafa’ya geçmekte: 

“Gelgelelim karışıklıkta... Ortalık karışıp da, Ahmet'ler Mehmet'ler ayak, Kirkor'lar, Bogos'lar baş olunca, eey Mustafa dedim, ne duruyorsun? Dükkanı kapattım, anamla bacılarımı kattım önüme, ver elini Kaçkaç! O Kaçkaç'ta kim kime? Ana baba günü. Millet kaçacağız diye birbirine girmiş. Yollar, beller tıkanmış, açlık, feryat...”

Ne 1909 Adana katliamı ne de 1915’te başlayan soykırım sürecine değinen Orhan Kemal, kendi ifadesiyle “Müslüman Türklerin” çektiği acılara odaklanırken kitabın öne çıkan sorunlarından biri Ermeni mülkleri olacaktı. Çünkü bu mülkler çekişmenin temelini oluşturmaktaydı. Öyle ki “parti” yetkililerinin elinde bir güç olarak duruyorlar, ağalardan kolaylıkla “maddi yardım” talep edebiliyorlardı. Çünkü bölgenin önde gelenlerinin hepsi Emval-i Metruke ya da kitapta geçen ifadesiyle “Sahipleri Bilinmeyen Mallar”dan edinilmiş mülklere sahipti. 

“Nedim Ağa için bundan başka yapacak şey yoktu parti ileri gelenlerine karşı. Çünkü bu şimdi ceviz masasından il idare başkanıyla konuştuğu fabrikayı yıllarca önce, "Sahipleri Bilinmeyen Mallar"dan, gene bu parti mebusu, hatırlı birinin yardımıyla ucuzca satın almış, yıllar yılı da geliştirip büyütmüştü. Particilerin elinde bir çeşit Demokles'in kılıcıydı bu fabrika.”

"Bu fabrikayı baban mı yaptırdıydı? Ermeni malı"
Bu nedenle her dediklerine “evet” demek zorunda kalan, “istenen teberruları, yardımları, hatta haraçları göz kırpmadan” veren, “sonra da ciğeri yanarak küfrü basan” Nedim Ağa, maddi yardım olarak tertiplenen balolar için onlarca bilet almak zorunda kalıyordu. Buna bazen direnç gösterdiği anlardaysa karşılığını sert buluyordu: 

“.. Ulan yazının yarım pabuçlusu," demişti. "Çukurova'ya ayağının çarığıyla gelip, yıllar yılı omuzunda halı dolaştırdığın günleri ne çabuk unuttun? Bu fabrikayı baban mı yaptırdıydı? Ermeni malı. Partimizin sayesinde eline geçirip palazlanınca, sana onu temin edenlere karşı yan mı çiziyorsun? Kafamı kızdırma, bir kulpunu bulur elinden alıveririm ha!”

Çünkü gerçekten de Nedim Ağa, Kantarcı Mustafa’nın da anlatımına göre “fırsat”tan yaralananlardandı. Kendisiyse bunu kaçıranlardan: 

“Milli Mücadele'den sonra Allah Allah! Millet bir saldırdı Ermeni, Rumlardan kalan mallara, deme gitsin. Bir ticaret, bir tüccarlıktır gitti. (…) Gavurlardan boşalan zanaatlara bizimkiler doluşmuş. O yıllarda iyi kötü küçük bir sermayem olsaydı, bugün ben de en azından birkaç yüz bin liralık adamdım! (…) Bilenler var, Çukurova'ya yırtık pabuçlarıyla gelmiş. Simit satmış, omuzunda çarşı pazar dolaşıp halı satmış (…) Vallaha anlattılardı bir şeyler ya... Ermeni göçünde kumaş mağazasına mı konmuş? Adam mı boğazlamış kendi gibilerle bir olup?.."

Topal Nuri ise Nedim Ağa’nın geçmişine daha da iniyor, suç dosyasını “İkisi de var. Olmazsa olmaz” diye tamamlıyor, onun “Kayseri köylülerinden her yıl Çukurova'ya yüzlerce inenlerden” olduğunu söyleyip ardındansa vaziyetini bir Ermeni zenginini dolandırarak elde ettiğini anlatıyordu: 

“O zaman malum ya, Ermeniler, Rumlar ticareti ellerine almış, Osmanlı'yı veryansın soyuyorlar. Derken Sultan Hamit'i indiriyorlar. Meşrutiyet. İttihat ve Terakki. Milli zengin yetiştirme modası. Ardından Ermeni tehciri. Bu Nedim'in patronu çorbacı da Ermeni ya, kaçacak Türkiye'den. Aman Nedim demiş, ben seni severim, mert adamsın. Dinine diyanetine de sağlamsın. Gel seninle bir anlaşma yapalım: Malımı mülkümü sana satmış, paralarımı bir tamam almış olayım. Sen de mallarımın başına geç. Benim yerime işlerimi idare et. Kazan. Ye, iç, helal olsun. Bana da ne gönderirsen artık ... Nedim, kurnaz Nedim tabii ... Aman çorbacı, demiş. Ayrı gayrı mı var? Mal senin, mülk senin. Allah var. Madem böyle bir zordasın, hay hay. Dediğin gibi olsun. Ben senin mallarını idare ederim. Kazanç senin malının kazancı. Allah benden haram sormasın, zinhar kabul etmem. Ben sadece maaş alır, hakkıma şükrederim falan fıstık, uzatmayalım, malları üzerine çevirtmiş, tamam!"

Topal Nuri’nin anlatımına göre Nedim Ağa söz verdiği parayı eski patronuna göndermeyecekti. Kendisinin de bunun benzerini yapabileceğini söyleyen Topal Nuri’ye göre kendisinin tek dezavantajı “o devre yetişememesi”ydi: 

“Fabrikalar, vaktiyle Ermeniler, Rumlardan kalmıştı. O devirlere yetişenler, "Nedim Ağa gibi" açıkgöz davranıp oturmuşlardı üzerine. Kendi kendine çalışıyor, kendi kendine para kesiyordu Darphane gibi. O yağmadan hissesine düşeni alamamıştı. Ne yapacaktı? Pamuk tüccarlığı, evet ama, hayır, asıl topraktı, toprak! Koskoca Nedim Ağa gibi öteki fabrikatörler de neden toprağa heves ediyorlardı? Çünkü toprak kokmaz, eskiyip bozulmaz, yangında yanmazdı”

Topal Nuri ikinci döneme denk gelenlerdendi. Yani Ermeni mülklerini ele geçirenlerden satın alanlardan… Bu mülkler sadece ev ya da arazi gibi büyük olmuyor, bazen bir masa ya da sandalye de olabiliyordu. Nedim Ağa’nın yemek odası gibi: 

“Bu, kalın ayaklan oymalı ağır ceviz masa da, yerlilerden pek çoğunun evlerinde rastlanacağı gibi, Ermenilerden kalma eşyalardandı. Nedim Ağa müzayede salonunda görmüş, iskemleleriyle birlikte satın almıştı ki, iskemleleri de masa gibi oymalı, oturulacak yerleri hasır, ayaklan tekerlekliydi.”

Topal Nuri’nin payınaysa eski bir Ermeni evi düşecek, onu “Ermeni mallarının yağmasıyla” zenginleşen bir kişiden satın alacaktı: 

“Topal Nuri, eski Ermeni mahallelerinden birinde iki katlı bir konak buldu. Kırmızı Marsilya kiremitli damıyla bu zarif ahşap konağı ilk sahibi, kocaya vereceği kızı için özene bezene yaptırmış, hediye etmeye vakit bulamadan, İttihat ve Terakki'nin göç ettirmesiyle Halep'e kapağı atmıştı. Sonradan çeşitli eller değiştiren konak, Milli Mücadele'yle birlikte "Sahipleri Bilinmeyen Mallar"a kalmış, oradan da, Ermeni mallarının yağmasıyla zenginleşmiş bir yeni zenginin eline geçmişti ki, Topal Nuri, Nedim Ağa'nın isteği üzerine bu evi Şehnaz'a yirmi bin liraya satın almıştı. İki katlı konağın alt katı çok geniş bir ardiyeydi. Evi yaptıran Ermeni zengini pamuk tüccarı olduğundan, üst katta kızının oturacağı, altından da pamuk balyalarını istif edeceği bir ardiye olarak faydalanmayı düşünmüştü.”

"Ayaş'tan Payas'a kadar topraklar memleketten çıkarılmış Ermenilere ait"
Orhan Kemal, kitabının başlığındaki “Kanlı Topraklar”ın neden kanlı olduğunu ise Arzuhalci Sinan Efendi karakteri üzerinden anlatacaktı. Çünkü o “iş takibinde bir taneydi. Sıkıştır eline elliliği yüzlüğü, en olmayacak tarla işlerini yapıp çatıversin”di. Yani Ermeni topraklarını pay ediyordu: 

“(…) geniş Çukurova topraklan ta Ayaş'a Payas'a kadar yer yer sahipsiz topraklar halindeydi. Köylü bir tek karışını bile boş bırakmıyor, ekiyor biçiyordu ama, bu ekilen biçilen, ürünleri satış edilen tarlalar çoğu zaman tapusuzdur! Tapu kayıtlarına göre, yıllarca önce tehcire tabi tutulup memleketten çıkarılmış Ermenilere aittir. Sinan Efendi böyle toprakları yavaş yavaş tespit etti, defterine yazdı, başladı bu toprakları ekip biçenlerle uğraşmaya. Artık akrabasının yanında arzuhalcilik yapmasına lüzum da kalmamıştı. En yumuşak, en verimli, sahibi en az dişli olan ve o girdikten sonra "Kanlı Topraklar" haline gelen, üzerlerinde kardeşlerin kardeşlerini vurdukları topraklara yerleşti.”

Orhan Kemal’in uğruna “kardeşlerin kardeşleri” vurduğunu söylediği “Kanlı Topraklar”, kitabın sonunda da kaderini aynı şekilde sürdüren bir coğrafya olacaktı: “Üç beden daha ‘Kanlı topraklar’a devrilmiş, yavrularına siper olan anne kanlar içinde yere yuvarlanmıştı. Bir yanda Yaşar’ın, öte yanda Sinan Efendi’nin karısının kanı, doymak bilmeyen açgözlü toprakları suluyordu. Jandarmalar koşarak geldikleri zaman ev hala yanıyor, yanan evin yanı başında kanları toprakları sulayan masum insanlara ise, köylü içini çeke çeke ağlıyordu.” Yazar, bölgesinde akan kandan bahsetse de dünyaya Adana’nın adını duyuran 1909’daki katliama ya da Ermeni Soykırımı’na değinmeden, atıfta bile bulunmadan, Ermenilerin “memleketten çıkarıldığını”, “İttihat ve Terakki'nin göç ettirmesiyle Halep'e kapağı attıklarını” ya da “Türkiye’den kaçtığını” yazarak “Kanlı Topraklar”ını tamamlayacaktı. 

Kategoriler

Dosya


Yazar Hakkında