OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Garip bir toplantı, çelişkili ifadeler

Toplantı usule dair yanlışlarla dolu geçmiş. Birincisi, MH Başkanı Köletavitoğlu, açış konuşmasında, talimatname lehinde ve aleyhinde görüşleri özetlediği kısmın öncesinde ve sonrasında uzun uzun neden itiraz edilmemesi gerektiğinden, bunun doğuracağı kötü sonuçlardan bahsetmiş. Sormak lazım, bu konuşmayı kimin adına yapmış? Heyet adına mı? Heyetin zaten böyle net bir pozisyonu olsa o toplantıya ihtiyaç olmazdı.

Üzücü bir haftayı geride bıraktık. Müteşebbis Heyet (MH), vakıf temsilcileriyle planlanan toplantıyı yaptı. Sonra da talimatnameyle aynen devam kararı aldı. MH’nin, gelen talimatnameyle ilgili olarak vakıflara danışmasının makul bir fikir olduğunu yazmıştım fakat böyle bir istişare toplantısı nasıl yapılmaması gerekiyorsa öyle yaptılar. (Gerçi, anlaşıldığı kadarıyla MH de kendi içinde anlaşamamış. İstifa edenlerin yanı sıra Selina Doğan’ın da sürece dair açıklamaları oldu.) Bu toplantıya ve yapılan vahim hatalara yakından bakalım. 

Geçen hafta bunun, toplantıya katılanların gözünü korkutma toplantısına dönüşmemesi gerektiğini yazmıştım ama maalesef tam da öyle olmuş. Anlatılanlara geleceğiz ama ondan evvel şunu sormamız gerekir: Böyle bir toplantı neden basına kapalı olur? MH Başkanı Hosrof Köletavitoğlu da toplantı sırasında açıkça, “Burada size anlattıklarımızı dışarıda bu açıklıkla anlatamayız” demiş. Neden? Topluma açıkça anlatılmasından çekinilecek veya utanılacak bir şey mi var? Basından, dolayısıyla halktan kaçırılmak istenen nedir? Orada kimsenin şahsi, ailevi veya ticari işi konuşulmuyor. Bütün herkesin oy vereceği, dolayısıyla herkesi ilgilendiren bir seçimin geleceği konuşuluyor. Bununla ilgili gizli hiçbir şeyin olmaması gerekir; gizlilik varsa orada ‘mide bulandıran’ bir şeyler var demektir. Herkes inandığı doğruyu neden herkesin önünde savunamasın? Kamuoyunun karşısında söyleyemeyeceğin, savunamayacağın sözleri kapalı kapılar ardında savunmak etiğe ve dürüstlüğe aykırı. Bunların hepsi bir yana, böyle kalabalık bir toplantıda söylenenlerin gizli kalacağını düşünmek de işin doğasına aykırı. Nitekim, orada bulunan dostlarımız, arkadaşlarımız sayesinde ne konuşulduğunu, kimin ne dediğini biliyoruz. Dostlarımızın yaptığının gayriahlaki hiçbir tarafı yok; tam tersine, böyle bir toplantıda ne konuşulduğunu söylemek değil, gizlemek yanlıştır.

Usule dair yanlışlar

Toplantı usule dair yanlışlarla dolu geçmiş. Birincisi, MH Başkanı Köletavitoğlu, açış konuşmasında, talimatname lehinde ve aleyhinde görüşleri özetlediği kısmın öncesinde ve sonrasında uzun uzun neden itiraz edilmemesi gerektiğinden, bunun doğuracağı kötü sonuçlardan bahsetmiş. Sormak lazım, bu konuşmayı kimin adına yapmış? Heyet adına mı? Heyetin zaten böyle net bir pozisyonu olsa o toplantıya ihtiyaç olmazdı. Kendi adına yapması da meşru değil, çünkü orada heyet başkanı olarak bulunuyor. Daha ilginç olan şu ki, heyet sözcüsü Saro Bengliyan, katıldığı Radyo Agos programında “Biz MH olarak toplantıda konuşmama kararı almıştık” dedi. Öyleyse, heyet başkanı neden uzun uzun itiraz aleyhinde konuştu?

Usule dair başka bir vahim hata da oylamayla ilgili. Bir kere, böyle bir istişare toplantısında oylama yapmak şart değildir. Hadi, oylama yapıldı diyelim; daha düzenli bir şekilde yapılabilirdi. Ayrıca anlaşılıyor ki, başı sonu belli bir oylama da yapılamamış. Tam bir keşmekeş. Hangi vakfın ne oy verdiği uzun süre tartışıldı. Bir oylama düşünün ki, oy verenler sonucu net olarak bilmiyor!

Gelelim içeriğe. Bana aktarılanlar içinde en garipsediğim, Köletavitoğlu’nun MH’nin aksayan yönleri düzeltmek gibi bir görevinin olmadığına dair sözleri! Peki, bunu MH yapmayacaksa kim yapacak? Geçmişte gelen talimatnamelerin “aksayan yönlerine” itiraz eden o günün heyetleri neden bunu yaptı öyleyse?

Köletavitoğlu’nun ve bazı diğer kimselerin ifade ettiği başka bir gariplik, talimatnamedeki kısıtlamanın “bir sefere mahsus” olduğu iddiasıyla savunulması. Bizim sorunumuz tam da bu zaten! Başı sonu belli, kalıcı bir kurallar bütünü temelinde iş görememek; her defasında keyfî uygulamalara maruz kalmak. AYM de tam olarak bunu söyledi. Gelin görün ki, bunu diyenler bu sorunu içselleştirmiş, meşrulaştırmış, normalleştirmiş, sorun olmaktan çıkardıkları gibi kısıtlama pozisyonunu savunmak için bir argüman haline de getirmiş! Temel bir sorunumuzun, geleceğe dair içimizi ferahlatmasını istiyorlar!

Toplantı hakkında yaratılmak istenen başka bir izlenim de oradan talimatname hakkında hiçbir şey yapmadan böyle devam edilmesi kararının bariz biçimde çıktığı. Bu doğru değil. O toplantıda “İtiraz edilsin” diyenlerle, “İtiraz edilmeyip böyle devam edilsin” diyenler eşit veya birbirine çok yakın sayıda. Arada bir de “İtiraz edilmesin ama bir şey yapılsın” (diyalog, müzakere, doğal adayların hepsine mektup gitmesi gibi) diyen vakıflar var – örneğin, Bakırköy, Samatya, Topkapı. Onların oyunu da “İtiraz edilmesin” hanesine yazarak toplantıdan bu kararın çıktığını yayıyorlar. Şimdi anladınız mı, toplantı niye basına kapalı yapıldı?

 Madem öyle neden yurtdışındaki adaylar arandı? 

Toplantıda, toplumumuzda sıkça rastlandığı gibi, “Devlet böyle dedi, devlet son noktayı koydu, itiraz edemeyiz” denerek, insanlar devlet sopasıyla sindirilmeye çalışılmış. Peki, madem devlet “mahsus” olmayan adaylar konusunda bu kadar ‘katı ve tavizsiz’, neden yurtdışında bulunan ve kimilerimizin yorumuna göre ‘mahsusluk’ şartını taşımayan kimi doğal adaylarla daha bir-iki sene evvel bağlantı kurdu, adaylık teklif etti, hatta birini bizzat İçişleri Bakanı Süleyman Soylu aradı? İki senede ne değişti de, birden ‘mahsusluk’ devlet için önemli oldu? Yoksa Nizamname’deki o cümleyi kulaklarına fısıldayan biri mi oldu? Ben idarenin iyi niyetli olduğu, Ermeni toplumunun iyiliğini düşündüğü ama Ermeni toplumu içinden birileri tarafından ‘yoldan çıkarıldığı’ kanaatinde olanlardan değilim. Daha ziyade bir koalisyondan, işbirliğinden bahsetmek gerekir.  

Toplumumuzun başka bir temel sorunu ise, ki bu da eskiden beri devam eden bir sorundur, Ermeni toplumu içinde geniş bir kesimin, devletle ilişkilerin kanun ve evrensel hukuk temelinde değil, kişisel ilişkiler, kişisel teveccüh, rica-lütuf temelinde yürütülebileceğini, bunun daha iyi olduğunu düşünmesi. Bunların olmasına kategorik bir itirazımız yok ama bir bakanla, valiyle, vali yardımcısıyla görüşen biri, bir anda kendini ‘bütün işleri halledecek adam’ olarak görmeye başlıyor. Siyasetçiler, bürokratlar onu çok sevdiği için Ermeni toplumunun 80 senedir kangrenleşmiş tüm sorunlarını halledecek! O 80 senede Ermeni toplumundan kimler geldi kimler geçti, hepsi de yüzlerce defa Ankara’yı ziyaret ettiler, hep ‘sıcak karşılandılar’, hep ‘dostane ve yapıcı diyaloglar’ kurdular ama bunların hepsini toplasanız, son AYM kararının getirdiği kalıcı hukuki ilerlemeyi ve özgürlüğü elde edemediler. Yanlış anlaşılmasın, tabii ki yapıcı diyaloğa bir itirazım yok ama bu gibi lafların eskiden beri bir oyalama ve uyutma aracı olarak kullanıldığını da görelim. Bir şeyi unutmayın, siz vatandaşsınız ve ondan da, öte insansınız. Bu iki vasfınızdan dolayı birtakım haklarınız var ve o hakları aramaya da hakkınız var. Hukuk temelinde bu hakları aradığınız zaman, bu ‘devlete isyan’ demek değildir.

Maşalyan ve Ateşyan’ın tutumu

Değabah ve patrik adayı Sahak Maşalyan ve diğer aday Aram Ateşyan’a da ayrı bir başlık açmak gerekiyor. Çok şey söylenebilir ama şunu söyleyelim. Her ikisinin de talimatnamedeki ‘mahsusluk’ şartının bir sorun olduğu, bunun kendilerine haksız avantaj sağladığı yönünde beyanları olmuştu. Fakat Ruhani Genel Meclis toplantısında, ‘oybirliğiyle’, seçime üç adaylık bir listeyle gitme kararı almışlar. Üstelik bunu vakıflarla toplantıyı beklemeden yapmışlar. İşin bahanesi de, talimatnameye neden ve kim tarafından konduğu belli olmayan, anlamsız bir tarih. Aday listesi Ruhani Genel Meclisi’ne 1 Ekim’de değil de 10 Ekim’de gitse, idare açısından ne fark eder? Bu, yangından mal kaçıranların acelesidir olsa olsa. Ayrıca ruhaniler, mahsusluk sorununu aşacak çözümü üretmek için düşünmenin yerine, onu dar bir çerçevede yorumlamayı tercih etmişler, “Olmaz” deyip kestirip atmışlardır. Sevgili ruhaniler, bu olmuyorsa, siz istemediğiniz için olmuyor. Herhalde İstanbul Patrikliği’ne mahsusluğun manasını da size Süleyman Soylu söylemedi. Son değabah seçiminde yurtdışındaki adayların bulunup bulunmayacağına gene sizler karar vermediniz mi? İki yıl evvel değabah seçtiğiniz Bekçiyan’ı üç-dört ay evvel değabah seçimine dahi sokmadınız. Demek ki bu işler siz isterseniz oluyor, istemezseniz olmuyor. “Şunlar şunlar patrik adayıdır” deseydiniz, meseleyi çözmüş olacaktınız. Demek ki “Burada bize haksız avantaj sağlanıyor” sözleri timsah gözyaşlarıymış!