OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Bir hidrobiyoloğun inkârcılıkla imtihanı

Tarihî bir olayı ele aldığını iddia eden yazı, o kadar temel yanlışlarla dolu ki, bunları tek tek ele alıp, cevap yazmak demiyorum, düzeltmek, bir astronomun dünyanın düz olduğunu iddia eden bir yazıdaki yanlışları düzeltmesi gibi olur.

Son yıllarda Türkiye’de genel geri gidişe paralel olarak Ermeni Soykırımı tartışmalarında da bir geriye gidiş söz konusu. En temelsiz, hatta düpedüz yanlış iddialar hortluyor, zombi gibi her tarafları lime lime dökülse de yakamızı bırakmıyor. T24 örneğinde olduğu gibi en kokuşmuş, en çürümüş, bayat inkarcı argümanlar kendilerine mecra bulabiliyorlar. En son Gazete Duvar’da da, Gülgün Türkoğlu Pagy isminde, eğitimi itibariyle hidrobiyolog olan bir kişinin kaleminden, “Ermeni Tehciri” başlığıyla böyle bir yazı yayınlandı. Fakat, Duvar’ın Genel Yayın Yönetmeni Ali Duran Topuz’un bir özür yazısıyla birlikte çok geçmeden siteden kaldırıldı. Bazıları yazının kaldırılmasının, ifade özgürlüğüyle çeliştiğini iddia ettiler. Bu hususa geri döneceğim ama ilkönce söz konusu yazıya bakalım.

Bakalım diyorum ama aslında öyle bakılacak bilinmedik bir şey de yok yazıda. Dediğim gibi kırk yıllık, tekrarlanmasının kimseye bir faydası değil, hatta yeni nesillere de zararı olan en sığından inkarcı argümanların tekrarından ibaret. Hatta, nitelik olarak ortalama inkarcı bir yazının standardının da bayağı altında, maddi hatalarla dolu. Aynı zamanda, kötü organize edilmiş, paragraflar arasındaki bağların kopuk, mantık silsilesinin zayıf olduğu bir yazı.

 Yazar Pagy, “soykırım yapıldığı iddia edilen tarihlerde Osmanlı ordularının lağvedilmiş, söz gelişi değil fiili olarak, emperyalist ülkelerce dört bir yanından sarılmış, Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgi ile çıkacak, çok yoksul ve yıpranmış bir halk, parası, sanayisi olmayan” bir ülkeden bahsetmiş. (Tırnak içindeki ifadeler yazarın kendisine, bu ve bundan sonraki vurgular bana ait.) Soykırım farklı yollarla o tarihten sonra da devam ettirilmiş olsa da fiili sürgün ve katliamlar çoğunlukla 1915-1917 arasında olmuştur. Yani, savaşın ortası denebilecek bir zaman dilimi. Osmanlı ordusu lağvedilmiş falan değil, aktif olarak birçok cephede savaşıyor, bırakın ülkenin işgal edilmesini, daha savaşın nasıl sonuçlanacağı belli değil, hatta 1917’de Rusya’da devrim olmuş, çarlık yıkılmış, Rusya müttefiklerinden ayrı bir barış antlaşması yapmış, bunun üzerine Osmanlı devleti neredeyse o tarihten kırk sene önce kaybettiği bazı toprakları geri almış, moraller yükselmiş. “Emperyalistlerle etrafı çevrili” olduğu söylenen devlet, başka bir emperyalist devletle o savaşta müttefik ve kendisi de tarihin bakiyesi orta boy bir emperyal devlet.

Şimdi bunlar o kadar temel tarih bilgisi ki, bunları yukarıdaki laflara cevap diye yazmak insana zul geliyor. İnsan ilk anda şaşırıyor, bu konuda yazı yazmaya kalkmış biri nasıl tarihi vakaları, kronolojiyi bu kadar tepetaklak eden ifadeler kullanabilir diye. Ama sonra, yazarın, iddiasının aksine, belli bir zaman ve mekanla sınırlı belli bir gerçeklik içinden konuşmadığını, anlattığının somut bir olay olmadığını, Kemalist imgeler dünyası içinden konuştuğunu ve yaptığı şeyin Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’ni tekrardan ibaret olduğunu fark edince taşlar yerine oturuyor: “Ey Türk Gençliği!.... Bir gün, istiklâl ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin!... Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir…Millet, fakr-ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.” Yazar, aslında bize dediği zamanda gerçekleşmiş somut bir olayı anlatmıyor, kendisiyle sınırlı olmayan, tam aksine bütün bir milletin çocukluk endişelerini, korkularını tekrarlıyor. Gençliğe Hitabe’deki gelmesi korkuyla beklenen o “bir gün”den bahsediyor. (İnsanlara küçük yaşlardan itibaren ezberletilen bu gibi metinlerin, o yaşlarda şekillenen kişilikler ve kitle psikolojisi üzerindeki etkisini anlamak için psikanalitik yönteme başvurmak kanımca ilginç ve faydalı olacaktır.)

 Tarihi bir olayı ele aldığını iddia eden yazı, yukarıdaki gibi o kadar temel yanlışlarla dolu ki, bunları tek tek ele alıp, cevap yazmak demiyorum, düzeltmek, bir astronomun dünyanın düz olduğunu iddia eden bir yazıdaki yanlışları düzeltmesi gibi olur. Örneğin diyor ki, “1912-1914 yıllarında, Rus, İngiliz ve Fransız desteğiyle, altı ilimizde “Ermeni Islahatı” başlatılmıştır. Örneğin; bu, altı kente, ikişer vali atanması girişimi, bölme çabasıydı.” Bahsettiği, 8 Şubat 1914’te imzalanan reform planı olsa gerek. O planda söz konusu olan kent değil vilayettir ki idari manada çok farklıdır; sayısı da altı değil, yedidir ve her birine ikişer vali atanması da söz konusu değildir. Biri Hollandalı biri Norveçli olmak üzere yedi vilayet için toplam iki vali seçilmiştir. Meraklısı için şunu da ekleyelim: Talat, İngiltere’ye bu valilerin İngiliz hükümeti tarafından seçilecek İngilizler (ya da Britanyalılar) olması için çok ısrar etmiş ama kabul ettirememiştir. Bu yazdıklarım için kaynak soranlar olacaktır. İşte zaten bu inkarcı yazı vesilesiyle üzerinde durmamız gereken husus da burada ortaya çıkıyor. Bu söylediklerim, dönemi ele alan, hatta kimisi soykırım inkarcısı, asgari düzeyde ciddi birçok kaynakta bulabileceğiniz, ABC seviyesindeki bilgiler. (İlla bir kaynak duymak istiyorsanız Hans-Lukas Kieser’in, “Talaat Pasha” kitabına bakabilirsiniz, mesela. Diğerleri alınmasın, hepsini sayamayacağım burada.)

Şimdi soru şu: ele aldığı döneme ve olaylara dair bu kadar temel maddi bilgileri bilmeyen, karıştıran bir hidrobiyoloğu, Ermeni soykırımının “yalan” olduğunu iddia eden bir yazı yazmaya iten nasıl bir sosyo-politik arka plandır, nasıl bir sosyo-politik psikoloji ve kültürdür? Asıl ilginç soru bu. Bunun sadece “cahil cesaretiyle” sınırlı bir durum olduğunu sanmıyorum. Yani, bizim bu yazıdan anlattığını iddia ettiği tarihsel olaylar hakkında öğreneceğimiz hiçbir şey yok ama bu yazı bugün içinde yaşanılan, Talin Suciyan’ın deyimiyle inkar habitusunu, ülkenin siyasi kültürünü, yaratılan milli kimliği anlayabilmemiz için değerli bir malzeme.    

 Gelelim ifade özgürlüğü meselesine ki bu Türkiye’de kavram kargaşası yaşanan konulardan biridir. Duvar’ın o yazıyı kaldırması, yazarın ifade özgürlüğünü tanımamak mıdır? Hayır değildir. Bir yazıyı kendinize ait bir mecrada yayınlamamak, o yazının ifade özgürlüğü içinde olmadığını söylemek değil, sizin o fikirlere rağbet etmediğinizi göstermek manasına gelir. Yukarıdaki örneği tekrarlayacak olursam, “Dünya tepsi gibi düzdür” demek de ifade özgürlüğüdür ama bir mecranın bunu iddia eden bir yazıyı yayınlamak istememesi gayet makuldür. Bu örneğin abartılı olduğunu düşünenler, Ermeni Soykırımı konusunda, “Ermeniler sadece doğu illerinden sürüldü” gibi, en az “dünya düzdür” kadar bariz ve arsız bir yalanın bu ülkede seksen yıl hüküm sürdüğünü, aydınından lümpenine kadar herkesin ezberi olduğunu hatırlasınlar. Üstelik, mesela “soykırım sırasında Osmanlı ordusunun lağvedildiğini söylemek” bir fikir de değildir, düpedüz ve vahim bir yanlıştır.  Kaldı ki, Türkiye’de özelde Pagy’nin yazısının genelde inkarcı tezlerin ifade edilmesinde zorluk olduğunu, kendilerine mecra bulamadıklarını söylemek komik bile değil. Herşeyi geçtim, bu tezler seksen-doksan yıldır “milli eğitim” vasıtasıyla milyonlarca öğrenciye öğretiliyor zaten. Kimse bu tezleri dillendirince hapisle tehdit edilmiyor ama Ermeni Soykırımı’na soykırım deyince daha düne kadar hapis tehdidi altında kalıyordunuz ki yarın da ne olacağınız belli değil. Nitekim, Pagy’nin yazısı da sonra gitti Odatv’de yayınlandı, hak ettiği mecrayı buldu.