“Amaç toplumun savaşı ve ölümü kutsamasının önüne geçmek”

Gazeteci Murat Utku 15 Kasım Cuma günü Hrant Dink Vakfı bünyesinde faaliyet gösteren Nefret Söyleminin İzlenmesi projesi kapsamında Barış Gazeteciliği atöylesi gerçekleştirdi. Atölye sonrasında Utku ile Barış Gazeteciliği üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

Şöyle başlayalım: Barış Gazeteciliği nedir? Ne zaman böye bir tanımlamaya ihtiyaç duyuldu dünyada?

Bu konu üzerine çalışan pek çok gazeteci ve akademisyen var. Uzun yıllar Britanya’da gazetecilik yaparken barış dili üzerine kafa yoran iki gazeteci Jake Lynch ve Annabel McGoldrick konuyu gündeme ilk getirenler arasında. Onların tanımına göre, “Barış gazeteciliği, editörlerin ve muhabirlerin, hangi hikayeleri başlığa çekip, onları nasıl işleyeceklerine dair seçimlerinde toplum için fırsatlar doğuracak şekilde düşünmeleri ve çatışmaları şiddet dışı yaklaşımları değerlendirmeleridir”. 
Lynch ve McGoldrick “Uzlaşmayı, barışı sağlamayı, barışı korumaya katkıda bulunmayı ve medya patronlarının, reklamcıların, profesyonellerin ve izleyicilerin savaşa ve barışa karşı yaklaşımlarını değiştirmenin” mümkün oluğunu söylüyor. 1990’lı yıllarda daha çok tartışılmaya başlanan “Barış Gazeteciliği” tarifi aslında 1965 yılına, akademisyen Johan Galtung ve Mari Holmboe Ruge’un çalımalarına dayanıyor. 
“Savaş dili”nin hakim olduğu medya, demokrasinin üzerindeki en büyük engellerden biri aslında. Toplumsal açmazların çözümü için adım atmak bir yana, basın organlarına genellikle devletin güvenlik kaygılarından hareketle yangına körükle giden, en azından açıkça “güvenlikçi”, şiddeti yücelten bir dil hakim. 
İşte barış gazeteciliği denildiğinde üzerinde durmamız gereken en mühim unsur da bu belki de: Toplumun savaşı-ölümü kutsamasının önüne geçmek. 

Görüntülü medyanın da rolü ve sorumlulukları açısından “barış gazeteciliği” açısından değerlendirmeye tâbi tutulması gerekiyor herhalde.. 

Medyanın kullandığı her türlü görsel de bu tartışmanın bir parçası. Kullanılan fotoğraflar, televizyonlarda gösterilen her görüntü aslında öznesi, tümleci, edatı, yüklemi olan birer “görsel cümle”. Bu görsel cümleler çoğu kez yazılı metinlerdekinden daha etkili oluyor. Buradan bakıldığında, etki alanı bu denli büyük TV haberciliği, şiddeti kutsamada çok büyük bir role sahip. 
İktidarlar da bunun bilincinde olarak her türlü basın organı üzerinde siyasi baskı oluşturup, kendi ideolojik yaklaşımını medya dili üzerinde hakim kılmaya gayret ediyor. Kâh savaş dilini kutsayan haberler yapılması için baskı kuruyor, kâh “Çözüm süreci” örneğinde olduğu gibi, müzakerelere dönük haber üretimini teşvik ediyor, destekliyor. Devlet haberi ve habercinin üretimini kendi lehine kullanmak istiyor, bunun için baskı araçlarını devreye sokuyor. İşte bu noktada “muhalif” basın organlarının yazdıkları da bir başka sorun oluşturuyor. “Dava uğruna ölüm”ü kutsayıcı sözcük ve ifadelerden kaçınmak bunun için son derece önemli bir başlangıç olacaktır. 

Şöyle de bir durum yok mu? Gazeteci aslında işini doğru biçimde yaparsa ister istemez Barış Gazeticiliği yapacak zaten. Yani savaş durumunda ilk kurban edilen gerçekler olduğuna göre, gerçeğin kurban edilmemesi zaten barış gazeteciliği olmaz mı?

Aslında gazetecinin işini doğru yapması da yeterli olabilir elbette. Hatta bugünkü gazetecilik ortamında “buna da şükür” dedirtecek cinsten bir gelişme olabilir. Fakat temelde “Batı demokrasileri”nde gazetecilik ilkelerine uyarak çalışmak durumundaki gazetecilerin 1990’lı yıllarda “Barış gazeteciliği” kavramı üzerine çalışmaya başlamaları bir tesadüf değil. Ekonomik dönüşümlerin güç ilişkilerini belirlediği, medya dilini iktidar ilişkilerinin şekillendirdiği, milliyetçiliklerin giderek toplumsal yapıyı ve dolayısı ile patron-gazeteci-toplum etkileşimini zehirlediği her dönemde, savaş ve/veya şiddet dilinin kendi hükümranlığını ilan etmesi, basının da çeşitli çıkar ilişkileri nedeniyle bu ağın içine düşmesi ile sorun sadece gazetecilik kurallarının uygulanması ile çözebileceği bir mesele olmaktan çıktı. İşte bu nedenle yeni bir ihtisas alanı doğdu. Akademik çalışmalar sonucu gerekliliği netleşince de bu sorunların ortadan kaldırılabilmesi için ortaya çıkan barış gazeteciliği kavramı, buna en çok ihtiyaç duyulan coğrafyalarda da daha çok duyulur, üzerine konuşulur oldu. 

Yakın zamanda Suriye'nin kuzeyine yönelik bir operasyon gerçekleştirdi Türkiye. Resmi açıklamalar dışında bir şey yazmanın suç sayıldığı günler yaşadık, hala da tam olarak o atmosferden çıkmış değiliz. Barış Gazeteciliği Türkiye'de ne halde?

Son olarak Medyascope için Şanlıurfa’nın Akçakale ve Ceylanpınar ilçelerinde, Suriye sınırı boyunca takip ettiğim operasyon sırasında bunun en belirgin örneklerini gördüm. Operasyon haberlerini takip ederken tanık olduğumuz “muhabir dili”, o muhabirin haberini ekrana/sayfaya taşırken kullanılan editoryal yaklaşım yönetenlerin söyleminin abartılı yansıması. Gazetecinin bilgi vermekten, objektiflikten uzak, hamasî askerî dili o denli belirgindi ki, o dönem TV kanallarından, gazetelerden haber takip edenlerin gerçek habere ulaşmasını neredeyse imkansız kıldı. Sonuçta “Barış gazeteciliği” açısından orada okuduğumuz, işittiğimiz, gördüğümüz hemen her şey gerek evrensel gazetecilik normları, gerekse barış gazeteciliği açısından tam bir felaketti. Bu durum, Türkiye’de gazeteciliğin vardığı bu aşamada, işini düzgün yapmak isteyen gerçek gazeteciler ve iletişim alanında çalışan akademisyenler açısından tam bir “vaka çalışması” gerektiriyor. Zira habercinin kullanacağı dil, toplumsal ayrışmaları, halklar arasındaki geri dönülmez manevi kopuşu hızlandırabileceği gibi, tersine bir aradalık hissiyatını pekiştirebilir. Bu sürecin işleyiş biçimine oy ihtiyacı içindeki siyasetçilerin karar vermesi ve onların hükmünün gazeteci üzerinde bu denli etkili olması, toplumsal barış üzerindeki en önemli olumsuzlukların başında geliyor. Gazetecinin objektifliği ve “barış gazeteciliği”nin önemi işte burada belirgin bir biçimde kendini gösteriyor. 

Dünyada çatışmalı bölgelere baktığımızda nasıl bir durum görüyoruz peki? Çünkü önümüzde bir de sosyal medyanın yaygınlaşması ile atbaşı giden "Yanıltıcı haberler" ve "Post truth" çağı var. Ve bunların bir kısmı da resmi çevreler tarafından yayılıyor. Keza muhalif görünen hesapların da bazen yanıltıcı haber yaydıklarını görebiliyoruz.  Yani Barış Gazeteciliği'nin yanında bir de doğru haber bulmak meselesi var. Bu iş nereye gidiyor? 

Gerçekliğin hükmünü yitirmesi, doğruların önemini yitirdiği “post-truth” dönemine denk geldiğimiz bugünlerde gerçek haberciliğe, dahası barış gazeteciliğine daha çok ihtiyaç duyduğumuz bir dönemde olduğumuzu kanıtlıyor. Yeni medya literatürünün şu aralar en çok kullanmak durumunda kaldığı iki terim, “Post truth ve Echo chamber”.  Sosyal medya ile yaygınlaşan bilginin gerçeklikle bağının kimi zaman tamamen koptuğuna tanık oluyoruz. Devletler de artık bu dezenformasyonun yaygınlaşmasından kâr sağlıyor, bunu teşvik ediyor, sırf bu amaçla istihdam sağlıyor, yaygınlaştırmak istediği yanlış bilgi için harcadığı bu emeğin finansmanını vergiler yoluyla yine yanılttıklarından topluyor. Bu güçlü bir mekanizma ve maaşlı troller eliyle sürdürülüyor. Türkiye’de de devam eden bu manipülasyon mekanizması gerçek ile gerçek olmayan arasındaki çizgiyi belirsizleştiriyor. 

Kategoriler

Güncel