OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Ölsek ama yaşlanmasak

İnsan, zamanla olan kavgası bitmese ve o kavgada hep yenilmeye mahkûm olsa da, zamanı alt etme hülyasından vazgeçmez. ‘Zamanda yolculuk’ temalı romanlar, filmler neden her daim rağbet görür, hiç düşündünüz mü? Benimki de böyle bir hülya işte.

Bir yılbaşı daha geldi çattı. Yılbaşlarında mümkün olduğu kadar gündem dışı yazmaya çalışıyorum çünkü bu tür döngüler insana zamanı, zamanın akışını ve hayatlarımızın çağıldayan bu namütenahi nehrin akışı içinde bir saman çöpü dahi olmadığını hatırlatıyor. Tabiri caizse, ‘büyük gerçeklik’ ‘küçük dertler’e galebe çalıyor. Zamanın karşısında da aslında her dert ‘küçük’. Böyle dönemler bir an için nehrin kıyısında soluklanma ve akışını seyretme fırsatı oluyor, farkında olan için. 
Yaşlı sayılmam ama artık genç de değilim. Geride bıraktığım, adına ömür denen zaman uç uca eklenince zihin ve yürek üzerindeki ağırlığı artıyor. Dönüp baktığımda hatırlayacak çok yer, çok zaman, kaybedilmiş çok insan oluyor. Bakıyorsun, hayatında açılıp kapanan dönemlerin sayısı da iyice artmış. Önündeki zaman da, artık her ne kadarsa, daha kısa görünmeye başlıyor. Bir avuntu olarak zaman ve ömürle ilgili fanteziler kuruyorum. Bu hafta size biraz onlardan bahsedeyim. 
Geçen yılbaşında da benzer bir temadan bahsetmiş, ölmek kadar hiç ölmemenin, bir gün yok olmak gibi sonsuza kadar yaşamanın da anlamsız olup olmayacağını sormuştum. Herhalde hiç ölmemek de anlamsız olurdu, bir yerden sonra sıkıntı basardı. Yani, ölümsüzlük belki arzulanacak bir şey değil; peki ama yaşlanmasak olmaz mıydı? Ölmeye hadi eyvallah, ama dizlerimizin kuvveti kesilmese olmaz mıydı? Diyeceksiniz ki “Öyle olsaydı nasıl ölecektik?” Kaza vb. ‘olağandışı’ ölümleri bir kenara koyarsak, şöyle olamaz mıydı mesela: Yirmili yaşlara kadar büyüsek fakat fiziksel durumumuz orada üç aşağı beş yukarı sabitlense, ne kadar yaşayacaksak o şekilde yaşasak, sonra şarjı biten piller gibi birkaç ay içinde ‘bitsek’ ve ışığımız sönseydi, daha iyi olmaz mıydı? Bu, insanlığın belki ilk bilinçlenmeye başladığı anlardan itibaren hayalini kurduğu, tecrübeyle enerjinin birleşmesi demek olurdu. Hani derler ya, “Kırk yaşımdaki aklımla yirmi yaşında olsam” diye, işte onun gerçek olmasından bahsediyorum. Üstelik insanın yalnız kendisi değil, eşi, sevgilisi de hep genç olacak! Büyük nimet olmaz mıydı?
Düşünsenize, her daim zımba gibi bir toplum, sağlık, sosyal bakım harcaması çok çok azalmış. Enerji üst seviyede. Yaşlanmak olmadığı için, onun getireceği psikolojik sorunlar da yok. Emeklilik olur muydu, bilinmez ama herkese iş bulmak sorun olurdu herhalde. 
Bugün bize tuhaf gelecek durumlar da olurdu tabii. Mesela, dede torunla, baba oğulla aynı yaşlarda, akran gibi ‘takılırlardı’. Yaşa bağlı saygı kavramı da ister istemez değişirdi. Baktığında kim büyük kim küçük anlaşılmayacağı için, “Büyüklerimi sayarım, küçüklerimi severim” demek şimdiki kadar kolay olmazdı. 
İnsan, zamanla olan kavgası bitmese ve o kavgada hep yenilmeye mahkûm olsa da, zamanı alt etme hülyasından vazgeçmez. ‘Zamanda yolculuk’ temalı romanlar, filmler neden her daim rağbet görür, hiç düşündünüz mü? Benimki de böyle bir hülya işte. Yoksa, ne demiş şair; “Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında / Yekpare, geniş bir anın / Parçalanmaz akışında.”
İyi seneler efendim.